Evimizin
yakınındaki büyük parkta, her zamanki bankımda oturuyorum. Uyumakla, düşünmek,
düşle gerçek arasında bir yerde, kendimi güneşin yakıcılığına teslim etmişim. Gözlerimin
önünden sesler geçiyor, martı çığlıkları, yavru kedi miyavlaması, bir bebek
ağlaması, genç bir annenin telaşlı ancak şefkat dolu sesi. Durmadan yenileniyor
sesler; şimdi çocuk kahkahaları, liseli ergen kız gülüşleri. Benim de
dudaklarım gülümsemeye meyilli, hafifçe yayılıyor. Bir düş misali, aklıma
üşüşenleri yaşayabilsem; seslerin peşine takılıp tüy gibi uçsam, kuşların
kanatlarına tutunsam, çığlık atan martılara katılsam, bilmediğim tanımadığım
uzak diyarlara ulaşsam, çocuklar gibi tasasız, mutlu gülebilsem. Denizden esen
lodos, sokak aralarından dolaşıp buluyor beni, kucaklaşıyoruz. Yanımda çok
kalmadan, yanağıma hafif bir öpücük kondurup gidiyor. Oturduğum bankın
arkasındaki ağacın yapraklarına dolanmış olmalı, yapraklar küçücük seslerle
hışırdıyor. Bir tatlılık, bir nağme var bu seslerde. Ağaçtan ağaca sıçrıyor
sesler, sonra onlara kokular ekleniyor. İşte bu ıhlamur ağacının kokusu, arada
onu kıskanan leylağın kokusu da geliyor. İçim baharla doluyor. “Ah ağaçlar, bahar
geldi artık, mutlu musunuz?” diyorum. İçimden söylediğimi sanırken, yüksek sesle
konuştuğumu, “Ağaçların hışırtılarından mı çıkardınız bunu?” diye yanımda biri sorunca
fark ediyorum. Genç, etkileyici bir ses. Sesin sahibi yakışıklı olmalı diye
düşünüyorum nedense. Birden düşündüklerimden utanıyorum. Yanaklarıma pençe
pençe sıcaklık yayılıyor. Yabancılarla konuşmaktan oldum olası çekinirim.
Onların önyargılarıyla uğraşmayı uzun zaman önce bıraktım.
“Yok
bir şey demedim, kendi kendime konuşuyordum” diyorum kırıcı olmadan, biraz mesafeli
ama kibar bir ses tonuyla.
“Özür
dilerim, sizi rahatsız etmek değildi amacım. Böyle birden atlamış gibi oldum
ama doğa seslerini kaydederim de ben, esen rüzgârla gelen melodiyi duydum.
Kaydedemedim ama bir kişinin daha fark ettiğini görünce tarifsiz bir heyecana
kapıldım... Hay allah... Rahatsız ettiysem özür dilerim... Gerçekten. Bu
sesleri çoğu insan duymaz. Duyan birine rastlayınca…”
“Rica
ederim, sorun değil” diyorum. Sesleri benden sorun, kimse benim kadar bilemez
desem.
“Neden
doğa seslerini kaydediyorsunuz?” diye soruyorum. İlk kez birine, böylesine
kendiliğimden soru soruyorum. Nedir bendeki bu heyecan? Oysa konuşmasam devam
etmesem... Görmeyen gözlerim güneş gözlüğünün ardında saklı, başım sesin
geldiği yöne dönük.
Benim
konuşmam ona cesaret vermiş olmalı ki “Baştan alalım o halde. Merhaba, ben
Ümit” diyor.
En
korktuğum şey geliyor başıma. Elini uzattı, hissediyorum bunu. Keşke ellerin de
sesi olsaydı. Ama yok işte. Umutsuzca ben de boşluğa doğru uzatıyorum elimi. Bu
kez iki el elimi avuçlarının içine alıyor. Elleri büyük ve sıcacık. Hiç
bırakmasa…
“Merhaba,
Sevgi ben”
“Çok
memnun oldum. Doğanın sesleri, yaptığım müziğin kaynağı. Onlar benim ilham
kaynağım.”
“Bu
parka ilk gelişiniz mi?”
“Evet,
maalesef. Keşke daha önce gelmiş olsaydım”
Neden
demek istiyorum, neden? Ağaçlar her yerde aynı konuşmuyor mu? Sormuyorum.
Bekliyor, bunu hissediyorum. Devam edemem.
Birden
köpek havlamasıyla irkiliyorum. Koşa koşa gelen o ses çok tanıdık. Ayaklarımın
dibinde sevilmek için bekliyor, patisini dizime koymuş. Kulağına bir şeyler
fısıldıyorum. Yanağımdan yalayıp teşekkür ediyor. İnsanlarla konuşmayı sevmem,
ama ağaçla, çiçekle, hayvanlarla, eşyalarla konuşurum, en çok da kendimle.
Yanıt beklemeyi sevmem. Karşılıksızdır bu konuşmalarım. Ben anlatırım, onlar
dinler. Kendimle konuşurken de böyledir bu. Kabulleniş dinginleştirdi beni.
Yalnızlığı tercih ettiğimden beri, yaşadıklarımı değiştiremeyeceğimi
anladığımdan beri böyleyim. Artık kimseye kapılarımı açmam derken Ümit bir
melodi mırıldanmaya başlıyor, bir yandan da kaydını dinletiyor bana. Öyle
sıcak, öyle içten ki sesi.
“Sevdiniz
mi?”
“Evet,
çok güzel.”
“Biraz
da çocuk bahçesinde ses kaydı yapacağım, gelmek ister misiniz?”.
“Ben
burada iyiyim, teşekkür ederim” diyorum.
Ne
bekliyor? Niye gitmiyor?
“Sizi
tekrar görmek isterim” diyor.
Görmek!..
“Mümkün
değil, ben arkadaşımı ziyarete gelmiştim. Bu akşam da İzmir’e dönüyorum”
Bu
yalanların anlamını bilmiyorum, aklıma bu lafların nereden geldiğini de.
Anlasın istiyorum, anlamasın da. Zorlasın, sorular sorsun bana.
“Peki,
sizi daha fazla rahatsız etmeyeyim.”
Gitme,
bırakma beni. Oysa bu sese şu saniyeden sonra hasret kalacağım, biliyorum.
“İyi
günler”
Bu
kadar mı? Dinliyorum aletlerini toparlamasını, dinliyorum ayakta uzunca bir
süre bana bakmasını, dinliyorum arkadaşım, sevgilim olabilirdin düşüncesini,
dinliyorum başlamadan biten bir aşkın vedasını.
Ayak
sesleri uzaklaşıyor yanımdan. Avucumdaki son anda bıraktığı kâğıdı sıkı sıkıya
tutuyorum, telefonumu yazıyorum yine de dedi. Usulca cebime bırakıyorum
ümidimi. İlk kez bir kadın gibi hissediyorum. Güzel bir kadın gibi... Nasıl
görünüyorum onu bile bilmiyorum. Anneme göre bir meleğim. O benim, en çok saçlarımı
sever. Çağlayan gibi akıyor omuzlarından der hep. Sesi üzgündür annemin.
Geceleri mutfakta sigara içer. Kokusunu alırım. Bazen ağlamalarını duyarım.
Benim yanımdayken, hiç ağlamaz, sigara da içmez. Hep sevecendir. Bir kere bile
bağırmamıştır bana. Babasız büyüttü beni. On yaşındaydım babam gittiğinde.
Dayanamıyorum artık diye bağırmıştı. Ondan duyduğum son sözlerdi bunlar. Sesi hâlâ
kulaklarımda. Neydi dayanamadığı; annem mi, ben mi, yaşadıklarımız mı? Hiç
öğrenemedim. Anneme sormuştum o zamanlar, saçlarımı okşayıp unutacağız bir
tanem, yokmuş, olmamış gibi yaşayacağız demişti. İçimde hep bir umut taşıdım
bir gün gelecek diye. Gelmedi. Annem de düşünüyor mudur onu? Bir insan
silinebilir mi hayattan? Ah, silmek kolay olsaydı, geriye dönmek, düzeltmek,
önlemek anlık hataları. Ben affettim babamı oysa. O an değil tabii. Çok uzun
yıllar sonra. Bilse affettiğimi döner mi? Dönmesin bundan sonra. En zor
anlarımda yanımda olmayan, bencil bir adam o. Affetsem de, geçmedi kızgınlığım.
Hayır, yaptığı kazayla, bir daha göremememle ilgisi yok kızgınlığımın;
dayanamayışından, korkaklığından, terk edişinden, kaçışından. Yanımda
olabilirdi. Zor zamanlarımda elimden tutabilirdi. Geceleri ağlarken saçımı
okşayabilirdi. Benimle ağlayabilirdi. Yapmadı. Yapamadı. O günden sonra bir
daha ondan hiç söz etmedik. Sözcükler hep bir düğüm olup kaldı boğazımda.
Onları kusamadım, hep yuttum. Hep yuttum her kelimeyi. Ergenliğimi yaşarken,
kelimelerin yerine bedenimi kullanmayı öğrendim. Yüzlerini, ellerimle
tanıdığım, sesleriyle arzularını öğrendiğim erkekler, yalnızlığımı, terk
edilmişliğimin ıstırabını dindiremedi. Benim acı çığlıklarım, onların zevk
çığlıklarıyla harmanlandı. Dağlandı yüreğim her seferinde. Onlar sevmedi beni,
ben de onları. Sadece istedikleri bedenimdi. Verdim. Neresi uygunsa orada... Fahişeliğe
mahkûm biri gibi… Bir kereden fazla olmadı hiçbiriyle. Belki utandılar, belki
acıdılar, belki de nefret ettiler. Aramadılar hiç, peşime düşmediler,
özlemediler. Ben de onları...
Artık
o isyanlarım yok. Hepsini söküp attım içimden. Annem hiç bilmedi. Bilmeyecek
de. Kaç kez öldüm, kaç kez dirildim. Annemin sesiydi beni yaşama bağlayan, şu
ıhlamur ağacının sesi, şu çocuğun sesi, şu köpeğin sesi.
Yavaş
yavaş eve dönmeli. Annem bekliyordur kapıda. Daha fazla meraklandırmak olmaz.
Sevgili parkım bekle beni, yarın tekrar geleceğim. Seslerinizi, kokularınızı
saklayın hepiniz. Kim bilir belki yarın çocuk bahçesine de gidebilirim. Kim
bilir belki, Ümit!...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder