Adını
bilmiyoruz, söylemiyor; ama ayakkabısız bir çift ayak,
Bir de
bedbaht, bahtsız bir gülüş; böyle yazmış.
Cebinde,
avucunda sımsıkı saklı, yamalı yaşamının kırpık coşkusu.
Çocuk bu
hikâye edilen; 12 yaşlarında, bir varmış bir yokmuş gibi.
Derisi koyu
esmer; biraz kirden biraz kendinden,
Ellerinden
biri dizi üstünde, başı yaslı diğerine.
Filan Hanım
çok görmüş ona karanlığı bile,
Gel gör ki
ışık, çocuğun gözlerinde.
Bir yumuşak g gibi
bakışları; kimsenin umursamadığı bir yerlere.
Hayretle
açılmış iri parlak göz, acı kahve.
Işık, bu
masum, korkak bakışa eşlik etmenin sevincinde.
İçinde neden
olduğu bilinmez bir masum korkuyla,
Jöleli şekerli
ürkek bakışlarla,
Karşısındaki
madamla çocuğu kaçamak gözler.
Lakaydi halleriyle
Filan Hanım, acı kahvedeki ışığı görmez.
Masumiyet,
tepeden tırnağa gülüşünün ürkekliğinde,
Ne çabuk bir
yerden diğerine geldiğine şaşkın,
O minimini
gülüş, kapının ağır ağır açılışını karşılarken,
Ötede bir
yerlerde güneş doğuyor sanki; ışığı Tünel’de.
Pantolonunun
geniş ve yırtık paçaları sevinçli çocuk,
Raylar
üzerinde kısa seyahatten sebep.
Sanki Seksen
Günde Devr-i Alem!
Şu insanlara
hiçbir şey çok değil.
Tünele ilk
binen, sevinen çocuğu seven kalpten,
Uzak geçmişten
gönderilen bir mektup bu; hikâye değil.
Üzerinde pulu
yok, adres yok.
Vardığı yer,
Yine başka
seven kalp.
Zaman çaresiz
bu mektuplar karşısında.
(*) Sait Faik
Abasıyanık’ın “Tüneldeki Çocuk” hikâyesine bir yorumdur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder