Aniden
kararan havada yağmurun kokusu vardı. Adem, elindeki çapayla şebboylara saldırdı.
Çiçeklerine, tomurcuklarına bakmadan köklerinden sökmeye başladı onları. Hülya’nın
şebboylarını. Oysa o istemişti bahçeye dikmek. Eski bir Anadolu kilimi gibi
rengârenk, ezik ve yaralı çiçeklerini saçıp kokularını havaya salarak toprağın
üstüne dağıldı şebboylar. Hülya gibi koktular. Sanki o an küçük bir çocuktu
adam; içini çekerek altın rengi, sarı, mor yapraklara baktı. Elleriyle
dizlerini dövdü, o yetmedi toprağı dövdü. Sonra küfürler savuran çılgın bir
adama döndü bu küçük çocuk. Hızla soludu, toprağı yumrukladı, titreyen
elleriyle sigarasını yaktı. Çektiği dumanla birlikte öfkesi, titremesi,
durulurken Hülya, evre, kitle, meme, ameliyat sözcükleri kafasında dönüp
durmaya başladı. Bu dönme dolabı durdurabilmek için sigarasından üst üste
nefesler çekti içine. Az önce köklerinden sökerek öldürdüğü şebboyların yanına
bıraktı kendini. Ölü bir Adem gibi uzandığı yerde, ölü bir Hülya düşüncesi
geldi aklına. Toprağın kucağında ve gri göğün altında, kıpırtısız, Hülya’sıyla yan
yana yatışlarını hayal etti… Gülen yüzünde açan gamze gülleri solmuş, taşkın
nehirler gibi kabaran saçları kurumuş. Öylesine canlı bir hayaldi bu, ölmüş de
dirilmiş gibi kolları, bacaklarına hükmedemiyordu. Alnına düşen ilk damlalarla karabasandan
uyanır gibi yavaşça söküp doğrulttu kendini toprakta uzandığı yerden. Teker
teker düşen yağmur damlalarının altında kutsanmış bir rahip misali dizlerinin
üstüne çökerek yemin etti. Hülya’ya…Yemin olsun ki çiçekleri söktüğü gibi
sökecek!
***
Hava
birden karardı. Evin üst katındaki bahçeye bakan odasında, pencerenin önünde duruyordu
Hülya. Bahçedeki Adem’i değil, Hasan Dağı’nın karlı zirvesini, toplanan bulut
kümelerini izliyordu dalgın gözlerle. Meme kanseri olduğunu öğrendikten sonraki
günlerde odasına kapandığından tek yaptığı, uzaklara bakarak kendini avutmaktı saatlerce.
Kimseyi görmeden, dokunmadan ve konuşmadan, bulutlar gibi dağılıp birleşen
anıların, düşünce ya da düşlemlerin izini sürüyordu camın ardında.
İki
gün sonra ameliyat olacak. Karmakarışık sürüklendiği, tetkikler için koşuşturduğu,
bekleyiş ve umutla bezeli haftanın sonunda o kadar yorgun hissediyor ki
kendini. Kemoterapi, radyoterapi günleri bile başlamadan, işin başında bu
tükenmişlikle nasıl devam edeceğini düşünüyordu. Şimdi uzak bir denizin
kıyısında olsa, kumsala vuran şıpırtıların ninnisinde, güneş tam da batmaya
yakınken, ılık bir öncesizlik ve sonrasızlık içinde uyusa, uyusa... Dostlarının,
yakın bildiklerinin acıyan yüzlerini unutsa. Kanser olduğu söylenen kadın kendisi
mi, yoksa bütün yaşananlar onun başına mı geldi? Peki o bunu hak edecek ne
kötülük yaptı? Tüm hafta boyu süren kan ve röntgen tetkikleri, endişe,
uykusuzluk, internet araştırmaları, doktor görüşmeleri, telefon trafiği,
cevapsız sorular onun değil de şu aksini pencerede gördüğü kadının yaşadıkları gibi
geliyor. Sahi kim ki bu kadın?
Pencerenin
karanlık camındaki akse doğru yaklaşınca annesinin yüzüyle karşı karşıya
geliyor. Yakınlaşıp uzaklaşarak, yan dönüyor. Neredeyse on beş yıl önce bir
hastane odasında ölen annesinin, kendini almaya, kurtarmaya geldiği sanrısına kapılacak
Hülya. Şimdi annesi camın ardından umutsuzluk içindeki narin yüzüyle bakıyor
Hülya’nın yüzüne oturmuş yüzüyle. Dehşetle fark ediyor, kanserden öldüğünde
kendi yaşındaydı annesi de. İlkokula giden kardeşi Nermin “bizi neden
bıraktı” diye ağlamış, isyan etmişti günlerce. Hülya ise hep susmuş, büyük
kardeş olarak, yasını yaşamamış, vakur, mağrur, annesinin bedeniyle birlikte
gömmüştü tüm anılarını da. Böyle daha az acı çekerim sanmıştı. Ama ne çok biriktirmişti
annesizliğini, yapamadıklarını… Meğer içinde bastırılan bu yas, kadının mezarı
için kürek kürek kazılan topraklar gibi ardında yığılmış, koca bir Hasan Dağı
olmuştu da ona bakıyordu şu an. Keşkeleri bu dağ kadardı, pişmanlıkları,
yapamadıkları. O anda içini yakan acının ateşiyle aydınlandı zihninin karanlık
labirentleri. Ne kadar da gençmiş, ne kadar da erken ve zamansızmış annemin gidişi
diye inledi. İçindeki yakıcı ateşin şavkında belleğin anıları göründü birer
birer. Kırgınlığı, duman duman dağılıp seyreldi. “Anneciğim sana ne kadar çok
kızdım, bizi bırakıp gittiğin için. Bunca yıl sana küstüm… Daha çocuklarının büyüdüğünü göremeden. Ne kadar da acı çekmiş olmalısın” diye inledi.
Bir çığ koptu derinlerinden, büyüyerek geldi göğüs kafesine oturdu. Gittikçe
etkisi şiddetlenen bir ağlamayla sarsıla sarsıla hıçkırmaya başladı Hülya. Hep
içine akıttığını anladığı gözyaşları, yatağını bulan bir su gibi dışarı akıyor
şimdi. Meğer hep kendine üzülmüş bunca yıl, kendi yoksunluğuna, kaybına
acısına. Ya annesi oy oy oy…
***
Hava
birden karardı. Alt katın mutfağında, tezgâh başında hızla çalışıyordu Nermin’in
elleri, oysa bakışları dalgın ve düşünceliydi. Musluktan akan suyun şırıltısı,
soğukluğu onu teskin ediyor her zamanki gibi. Yağmur yağmayacak olsa hortumu
açıp şakır şukur taşlığı yıkardı üzüntüsü, endişesi de sularla akıp gitsin
diye. Ne vakit darılsalar birbirlerine, haksızlığa uğradığını düşünse, gider
hırsla iş yapardı Nermin, suyla kavga ede ede akıp giderdi hırsı, öfkesi suyla
hemhal. Sapasağlam neşeyle uçuyorken aniden kanadı kırılıvermiş, uçmak isterken
uçamayan bir kuş olmuş, düşünceleri alay eder gibi oradan buraya uçuşuyor şimdi.
Bir şiir de vardı diye aklına geliyor. Her şey birdenbire oldu diye birçok
olayı anlatırken aslında hiçbir şeyin birdenbire olmadığını anlatan.
“Her şey birdenbire oldu/
Birdenbire vurdu günışığı yere/gökyüzü birdenbire oldu/ Mavi birdenbire” Yok ama bu kez birden karardı
ama diye kendi kendine söyleniyor. Hayır, aslında yavaş yavaş gelişir olaylar,
ancak görülme ve aydınlanma anı mıdır birdenbire olan. Şu habis tümör misal. Bir
haftada mı oluştu? Günler, geceler içinde tek tek, hücre, hücre çoğaldı
ablasının bedeninde. Yüzlerce yıldır da, ailesinin kadınlarının genlerinde
saklanarak nesilden nesile aktarıldı. Büyükannesi misal. Yaşlıydı sol memesini
aldıklarında. Sonra sol kolu şişmişti kütük gibi. Sol memesi incecik sızlayınca
tutup elini bastırdı. “Soldaki memem mi daha büyüktü sağdan, saçmalıyorum, kanser
olan benim memem değil, ablam. Ablam, ablacığım… “ Günlerdir Hülya’nın yanında dik
durmak için tüm gücünü harcamış, enerjisini kullanıp bitirmiş olduğundan içi
boşalmış, sönmüş bir balon gibi pörsümüş hissediyor kendini. Ailenin kadınlarına sirayet eden bir lanetin
içindeler büyükannesi, annesi, şimdi de ablası. Bunu tersine çevirecek bir
şeyler yapmalı bugünlerde. “Kendimi toplamalı, şaman bir büyücü gibi kötü
laneti kovmalıyım, mucizelere inanmalıyım” diye söyleniyor yüksek sesle. Büyükanne
olsa nasıl bir totem yaparlardı?..
Bir
kez mi ölür insan,/ Ya bir anne kaç kez
ölür?
Annelerinin
ölümünden sonra ablası Hülya hem annesi, hem arkadaşı oldu Nermin için. Hülya
ile Adem sevdalanana dek arkadaş bile istemediler birbirlerinden başka. Küçük
bir kız çocuğu olarak annesinin ölümünü engelleyemese de ikinciye bunun
olmayacağına, onu bir kez daha yitirmeyeceğine dair kendi kendine söz veriyor
Nermin. Önce kendini toplayacak, sıcak bir tarhana çorbası hepsine iyi gelir, Adem’i üşütmeden içeri çağırmalı, yapılması
gereken rutini yapmalı, sonra hep birlikte bir komedi filmi izlemeli.
Büyükannesi olsa “haydin uşaklar, dünya
varsa çekecek dert de var, davranın da çeke çeke bitirin” derdi. Ah nasıl da
arıyor onu şu anda, kemikli bedenine
sarılıp ağlamayı, kupkuru buruşuk ellerinin sıcaklığını, kınalı saçlarını koklamayı...
Gözyaşlarını
sessizce silen Nermin, Adem’i düşünüyor bu kez de. Sessiz sakin bir adam olup iyice
içine kapanan, bakışları boşalmış, suskun Adem’i. “Bu kadar sessizlik iyi
değil, Adem’i dalgalar alıp götürmeden kıyıya çekmeli.” Gören de kanser olanın
Adem olduğunu düşünür. Zavallı eniştem, sabırla Hülya’yı bekledi, yıllarca nasıl
da yüz bulamadı ondan. Hülya sanki prenses soyundan ya da ne bileyim göksel bir
âleme ait gibiydi onun için, herkes için. Okulda onun kardeşi diye anılırdı en
fazla. Saçları, gözleri, giyim kuşamı onunla kıyaslanırdı her daim ve kazanan
hep Hülya’ydı. Nasıl olduysa nihayet geçen yaz bu azimli sessiz mahalle çocuğu,
Hülya’yı evliliğe ikna etmeyi başardı.” “Aferin Adem” diyor, “hiç vazgeçmedin,
delikanlı eniştem benim.” Çoğu kez tamirci çırağı diye takılıyor ona. Cem
Karaca şarkısındaki gibi.
***
Gök
kubbe çatırdayıp ürkütücü bir gürültüyle ikiye ayrılıyor, yarıktan çıkan
yıldırımın ateşten kamçısı, karşı dağın zirvesini dövüyor. Adem, toprağa gömülü
tabancayı eline alınca soğuk metal kor gibi elini yakıyor. Dünyadan vazgeçmiş,
bir ruh gibi yavaşça yürüyor. Artık kör ve sağır olmuş bir Adem olarak bahçeye
açılan kapıyı açıyor. İri yağmur damlaları sağa sola sıçrayarak ondan
kaçıyorlar sanki. Oysa yüzü nasıl da ıslak…
Dilsiz
bir Adem’dir artık gelen. Söz öncesi zamanların içinde kaybolmuş. Acı hangi
kelimeyle dillenir de ötekine iletilir. Nermin mutfak tezgâhının başından
sesleniyor . “Yağmur geliyor!” İçeri giren Adem’le birlikte çorbasının ve
demleme çayın sıcak rayihası dışardan gelen havayla ve toprak kokusuyla
harmanlanıyor. Taze toprak kokusunu içine çeken Nermin, sevdiği başka bir şairi
anımsıyor umutla. Ona bu umudu hissettiren işte bu kokular. “Yeter ki kararmasın sol memenin altındaki
cevahir.” Adem, bedenini bahçe toprağında yatar bırakmış bir ruh gibi üst
katın merdivenlerini çıkıyor sessizce. Kısa bir an durup Nermin’e bakıyor. Belki
Nermin baksa o an… Kim bilir?
Nermin
şiirin devamına bir melodi uydurup mırıldanmaya devam ediyor. Şarkıcı Nermin,
şair Nermin, romantik Nermin. Mutfak bezlerini çitiliyor. Uyurgezer gibi yukarı
çıkan Adem’e sesleniyor aşağı kattan: “Adem enişte, ablamı da al gel, çorbayla
çay yaptım, sıcak sıcak içelim!” Üst basamağa ulaşan adam bir an durup yoluna
devam ediyor.
Birdenbire/Birdenbire/Her şey
birdenbire oldu/Kız birdenbire, oğlan birdenbire/Yollar, kırlar, kediler, insanlar/
Aşk birdenbire oldu/Sevinç birdenbire
Bir
şimşek çakıyor, bir yıldırım daha düşüyor uzaklara. Adem, odanın kolunu yavaşça
çevirdiğinde Nermin fark etmiyor odaya gireni. Biçimli sırtına dökülen upuzun siyah
saçlarının bittiği yerde kalçasının yuvarlağı başlıyor. Ölümün kara lanet
gölgesinin üzerine düştüğü peri kızının bu kadın olduğunu söylemeye kim cüret
edebilir? Kim söyleyebilir yaşam cevherini taşıyan bu diri vücudun çürüyüp
öleceğini? Ona sahip olmak mucize değil midir? Kadına yavaşça yaklaşıyor. “Sen
miydin” diye soruyor Hülya başını çevirmeden. Cevap vermiyor, beyaz kuğu
boynunu öpüp kokluyor kadının. İpek saçlarını avucuna alıp içiyor su gibi. Kör,
sağır ve dilsiz bir hizmetkâr olmuş olan Adem, tanrıçasının ebedi uykusunda ona
bir muhafız ve köle olup tümörden önce davranmaya karar veriyor. Kırmızı
gelincik yaprakları gibi ezilip dağılmadan, ışıltısıyla parlarken alıp saklayacak
mücevheri. Başını Hülya’ya yaslayıp sımsıkı kavrıyor belini sol eliyle.
“Korkma, kapat gözlerini.” Az sonra ikisi için zaman duracak, yaşlanmadan,
çirkinleşmeden, hastalık dökmeden siyah saçlarını …
***
Nermin
alt kattan sesleniyor. “Çorba hazır, çayı da demledim. Yağmurda film izlemek ne
güzel olur şimdi. Hadi gelin!” Her şey daha iyi olacak, hepimiz iyi olacağız
diye tekrarlıyor içinden.
“Hepsi bitecek” diyor Hülya; “iyi olacağız…” Bir
yıldırım daha düşüyor. Silah patlıyor. Kurşun Adem’in beyninden geçip Hülya’da
saplanıp duruyor.
Tebrik ederim çok güzel bir öykü yazmışsınız. Bizde mıhlandık kaldık.
YanıtlaSilMeltem, çok tebrik ediyorum. Fakültenin ilk yıllarında hastalık dolu bir evin havasını içine çekip,romantik yorumlar yapan birinden de bu başarılı sonuç beklenirdi. Sevgi ve selamlar.
YanıtlaSil