Söyleşi konuğumuz Onat Bahadır
“Rüyalar da
fantastik coğrafyalar gibi!”
Nurdan Atay – Yurdagül Şahin
Neden
yazıyorsunuz?
Yazmak, yazmayı öğrenmekle
birlikte başladı neredeyse… Çocukken, yazayım ve çevremdekiler sadece
yazdıklarım aracılığıyla, konuşmama gerek kalmadan, beni duysun istediğim
olurdu. Konuşarak derdimi anlatmak hep zor oldu. Bir de hiç dillendirmediğim
halde karşımdakinin karalamalarımı okuyarak içimden geçeni duyması sihirli
gelirdi bana. Bir çeşit telepati gibi. Bugün ise gündelik hayatıma eşlik eden
güvenli bir ada gibi yazı. Keza okumak da öyle. Yalnız "güvenli
ada"yla kast ettiğimin masada geçen yazma süreci olduğunu belirteyim.
Yoksa ortaya çıkan basılı eser, yazarın başına türlü sıkıntılar da getirebilir
elbette.
Yazma
konusunda ritüelleriniz var mı? Favori yeriniz, ortam çay/kahve…
Yazarken gürültüye tahammülüm yok
sadece. Gürültü ve aşırı kalabalık olmayan her yerde yazabilirim. Kahve varsa
içmeyi severim ama şart değil. Müzik dinlemeyi çok sevmekle birlikte yazarken
müzik de dinleyemem.
Tüm
kitaplarını okurum dediğiniz yazarlar kimler?
Patricia Highsmith, François
Mauriac, Hüseyin R. Gürpınar, Nilgün Marmara, Georg Trakl, Edgar A. Poe, Howard
P. Lovecraft ilk ağızda aklıma gelen isimler…
İlk
öykünüz nerede yayımlandı? Ne düşündünüz?
İzmir TÖMER kurumunun düzenlediği
“2000’e Öyküler” adlı bir öykü yarışmasına katılmıştım takma bir ilk isimle. O
yarışmada 3. seçilmesinin ardından Anadili
dergisinde yayımlandı ilk öyküm. Şaşkındım biraz. Mutlu oldum elbette. Şaşkınlık
daha baskındı.
Son
zamanlarda fantastik edebiyata ilginin arttığını düşünüyor musunuz?
Evet, fantastik edebiyatın popüler
yanının çok yaygınlaştığını düşünüyorum. Ancak bu tür edebiyatın fazla
okunmayan ve daha nitelikli olduğunu düşündüğüm örnekleri halen okunmuyor.
Sinema ve televizyon dünyasının yönlendirdiği, risk almayan bir fantastik
edebiyat yayıncılığı söz konusu.
Fantastik
edebiyat diğer türlere göre edebiyatın ciddiye alınmayan yaramaz bir çocuğu mu?
Yaramaz’ı bir işe yaramaz
anlamında kullanıyorsanız evet, böyle bir bakış açısı var ciddi edebiyat
çevrelerinde. Fantastik, korku, hatta biraz da bilimkurgu türleri hep “kaçış”
edebiyatı gibi görülmüş hem dünyada hem ülkemizde. Ursula Le Guin gibi bu
türlerin en saygın kalemleri bile bu durumdan şikayetçi. Bana gereksiz geliyor
bu tip tartışmalar. Çalışmanızda Kafka, Joyce, Bernhard’a gönderme yapmak sizi
“yüksek” edebiyatçı yapmaya yetmeyeceği gibi ejderha ya da hayali diyarlar
anlatmanız da sizi kötü yazar ya da “alçak” edebiyatçı yapmaz. Tabii tersi de
geçerli bunun…
Kaleminizin
yorulduğu ya da sizin yorulup yazmaktan vazgeçmeyi düşündüğünüz oluyor mu? Bu
atağı nasıl atlatıyorsunuz?
Ben amatör bir yazarım. Bununla
kast ettiğim; hayatımı yazarak kazanmadığım. Keyfe keder, aklıma estiğinde,
masaya oturmaya değeceğini düşündüğüm bir öykü fikri aklıma geldiğinde yazan
biriyim. Dolayısıyla söylediğiniz türden duraklamalar olduğunda duruyorum.
Tekrar yazabileceğime kanaat getirdiğimde oturup yazıyorum. İkinci kitabım
“Deliliği Beklerken” toplamda sekiz yılda yazıldı sanıyorum. Her yazarın
kendine göre bir yazma ritmi olmalı diye düşünüyorum. Kimi yazdıkça yazmak
ister kimi uzun aralar verir kimi bırakır kimi hep ama az yazar (çok siler)…
Yazarın, her yıl ya da iki – üç yılda bir en az bir kitap çıkarmak, kendini
okura unutturmamak gerekir gibi piyasa dayatmalarından uzak durması gerektiğine
inanıyorum.
Hangi
ülkede yazar olmak isterdiniz? Neden?
Şu ya da bu ülkede yazar olsaydım
gibi bir düşüncem olmadı. Ama gezip görmek istediğim, belki bir süre yaşamak
istediğim coğrafyalar oldu elbet. Japonya bunlardan biri. Afrika yine merak
ettiğim, uzun uzun gezmek, görmek istediğim bir coğrafya. Fakat oralarda kalıp
yazmak… Yazar için yazdığı dilin konuşulmadığı bir ülkede yaşamak zor olur diye
düşünüyorum. Sorunuz; örneğin bir Japon olarak Japonya’da olup yazmak ister
miydim idiyse bunu hayal etmek çok zor. Sonuçta biz daha farkına varmadan,
içine doğduğumuz toplum-dil içimize işlemiş, bizi yoğurmuş oluyor. Sonrasında
ne yapıp etsek bunun kalıcı bir etkisi var üstümüzde. Coğrafya bir bakıma kader
diye düşünüyorum ezcümleyle.
Son
kitabınız Yaklaşan Dip’te
kapalı mekânlar -ev, kafe, ofis gibi- gerilimin, korkunun kapıyla birlikte
kullanımı dikkat çekiyor. Kapı, özellikle “Sinek”, “Tanrı Misafiri”, “Kalabalık
Oda”, “Av” öykülerinizin ortak izleği gibi duruyor. Kitabınızı oluştururken
“kapı” izleğini özellikle mi seçtiniz?
Özellikle bir kapı izleği
seçtiğimi söyleyemem ancak kapalı mekânları sık kullanıyorum. Kapı da öykülere
bu nedenle girmiş olabilir. Kapı, iç/dış hali yaratan da bir olgu tabii. İçerde
kalmak, dışarı çıkamamak ya da korkulanın dışarıdan içeri girmesi gibi haller
“kapı”yı bir eşik-figür olarak öne çıkarmış olabilir. Söyleyebileceğim
özellikle seçilmiş olmadığı…
Yine
son kitabınız Yaklaşan Dip’te
rüyalar ve kâbuslar dikkat çekmekte. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Rüyalar, kâbuslar sanırım en
başından beri önemli oldu yazdıklarımda. Son kitabımdaki öykülerde de öne
çıktı, evet. Şahsen pek rüya görmemek ya da gördüğüm rüyaları pek
hatırlamamakla birlikte elime kalemi aldığımda yahut klavyeye uzandığımda;
rüyalar/kâbuslar hızla öne çıkıyor, kimi zaman başat rol oynuyor. Gördüğümüz
rüyaları kişisel mitolojimiz, bazen gündelik hayatımızı bazen daha derin
meselelerimizi çözümlemeye çalıştığımız fantastik coğrafyalar gibi görüyorum
biraz.
Bize zaman ayırdığınız ve
samimiyetle yanıt verdiğiniz için çok teşekkürler.
Ben teşekkür ederim. Kiltablet’e uzun bir yayın yaşamı
dilerim bir de.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder