Gardiyan
beni içeri itip ağır demir kapıyı kapattı ardımdan.
Sırtım
kapıya dayalı öylece duruyorum. Kapıdan ayrılırsam temelli bu hücreye ait
olacağım korkusu büyüyor yüreğimde. Daha fazla yaslanıyorum geriye. Vücudum
hareketsiz, gözlerimle tarıyorum etrafı. Bir yatak, sehpa büyüklüğünde eski bir
masa, bir kırık sandalye. Lüksümüz bundan ibaret. Demirbaşlar; bir havalandırma
deliği, bir alafranga tuvalet, lavabo, demir parmaklıklı küçücük bir pencere.
Tek başımayım, tecritte. İyi ki sen varsın.
Koltuğumun
altına sıkıştırdığım bir tomar kağıt düşüyor yere. Bomba patlamış gibi
korkuyorum. Sayfalar etrafa saçılıyor. Birisi tam ayağımın dibinde,
“Hükümlülere ve Tutuklulara Nasihatler” yazıyor üstünde, iri siyah puntoyla.
Her mahkuma verilen hapishane yasası.
Eğilip
alamıyorum, hala dimdik, kaskatı ayakta duruyorum. Demir parmaklıklardan
hücreye dolan akşam güneşi parçalara bölünüyor, çoğaltıyor kendini.
Kaleydoskobumu hatırlatıyor. Biliyor
musun, bu yaşımda bir oyuncağım var benim, daha doğrusu vardı. Polislerin evi
basıp, her yeri didik didik aradıkları gece kırıldı. Pembe, mor, sarı, mavi
mika parçacıkları dağıldı yere. Polislerin arasında kapıdan çıkmadan önce koşup
pembesini aldım alelacele, cebime attım. Çocukluğum, hayallerim, güzel yıllarım, hepsi onun içinde.
Ağırlığın
arttı, ayakta duramıyorum artık. Yavaşça karşımdaki yatağa doğru yürüyorum,
oturuyorum üstüne. Sert, hem de çok sert. Şiltenin altına bakıyorum, somyası
yok, kuru tahta. Öz amcamın, o uğursuz gecede tek göz odalı evimize gelip, beni
olanca gücüyle iteleyerek yatırdığı somyasız sert yatak gibi. Ben o geceye
lanet ettim hep. Delirmiş gibi ağzından salyalar akıtarak üstümde soluk soluğa
debelenirken ağzımı açamadım korkudan. Yoksa nasıl babamı öldürdüyse, annemi,
kardeşimi de öldürecekti, öyle dedi. O gecenin tek şahidi, penceremizin
önündeki kiraz ağacıdır. Kupkuru dalları kış rüzgârında sallanırken acımı paylaştı.
Sonra tomurcuklandığında, yapraklandığında, çiçeğe durduğunda defalarca
paylaştı acımı. On beş yaşımın baharını onun dallarına astım ben. Evimizin küf
kokulu kilerine büzülüp neden kimselerin yüzüne bakamadığımı o anladı.
Hücrenin
bir köşesine sıkıştırılmış lavaboya akan musluğun devamlı damladığını ilk kez
ayrımsıyorum, odadaki ağır küf kokusunu da. Kalbim sıkışıyor, haykırmak geliyor
içimden, şöyle avazım çıktığı kadar haykırmak! Sana zarar verir mi diye
korkuyorum. Seni bu kadar kollayacağım hiç aklıma gelmezdi doğrusu! Nasıl da uğraşmıştım öz amcamın dölünü söküp
atmak için içimden. Ama bir yanın bendim. Vazgeçtim. Peki, hakkım var mıydı
seni bu deliğe sürüklemeye? Bilmiyorum, bilemiyorum! En
iyisi uyumak! Kaybolan gölgeler geceyi çağrıştırıyor. Battaniyeyi başıma
çekiyorum, yüzüm girdiğim kapıya dönük, sol yana yatıyorum. Gözlerim, kapının iki
yanında uzanan gri duvarda. Kapının üstünde, daracık bir delik, demir
çubuklarla kapanmış. Bir anlık bir ışık huzmesi sızıyor oradan, uykusuzluktan
kapanan gözlerime. Deliğin iki yanında el izleri.
Kapı
açılıyor sessizce, kimse duymuyor. Kocaman, kırmızı iki el giriyor içeri. Yüzünü göremiyorum girenin, yüzü yok. Eller
bana doğru uzanıyor, iki kıllı kol ekleniyor üzerlerine. Parmaklarından kan
damlıyor. Battaniyeyi kaldırıp beni açıkta bırakıyor. “Kalk!” diyen bir ses
var! Amcamın sesi bu. Tabancayı tutan elimi geri itmeye çalışıyor. Gözleri
yuvalarından uğramış. Odanın duvarlarına yüzlerce göz serpilmiş. Kalkamıyorum
üstünden, vücudum tonlarca kayanın altında kalmış sanki. Elimi karnıma götürüp
seni yokluyorum. Kanlı el, karnıma uzanıyor. “Kalk!”. Yapamıyorum. Bu kez
yatağı sarsmaya başlıyor. Birlikte çalkalanıyoruz seninle. Ellerim tutunacak
bir destek arıyor. Sarsıntı dinmiyor. Bedenim parça parça ayrılıyor sanki.
Siren
sesleriyle uyanıyorum, kan ter içinde. Yerdeyim. Betonun ıslak soğukluğu içime
işliyor. Çığlıklar, haykırışlar, “dışarı çıkın!” sesleri! Coplar, hücrelerin kapılarını dövüyor. Birisi
kapımı açmaya çalışıyor; yer titriyor, yapamıyor. “Çıkın, deprem oluyor!” diye bağırıyor bir
yandan.
Kapıya
doğru sürüklüyorum bedenimi. Bacaklarımın arasından kızıl bir ırmak akıyor.
Kasıklarımda cehennem yangınları. Gri duvar yarılıyor, iki el uzanıyor.
Kollarımdan çekip buz gibi koridor boyunca sürüklüyor beni. Yer sarsılıyor. Duvarlardan
kopan parçalar alnıma, göğsüme, vücudumun her yerine çarpıp kanatıyor. Çılgın
gibi koşuşanlar tekmeleyerek, itekleyerek geçiyor yanımdan. Ben tırtıl gibi büzülüp karnımdaki seni
korumaya çalışıyorum. Adam, kalksana be kadın, diye bağırıyor bir yandan.
Toparlanıp doğrulamıyorum. Kızıl ırmak kurudu ama yapışkan bir ıslaklık var
bacaklarımın arasında. Göbeğimi mengeneyle döndürüp sıkıyorlar sanki, nefes
alamıyorum. Adam, son bir gayretle beni dışarı atıyor. Kış ayazı olanca gücüyle
yapışıyor bedenime. Karnımı kollarımla sarmalıyorum. Orda mısın bebeğim? Zifiri karanlık, boşluk ve sessizlik her
yanda. Birden üstünde yatıp kaldığım toprak titremeye başlıyor gümbürtüyle.
Kalkamam, kaçamam! Sancılar, deprem gibi bir yandan! Haykırıyorum! Gökyüzü
inliyor çığlıklarımdan, kim bilir kaç kez bağırıyorum avaz avaz. Sonunda, ıslak
bir baş değiyor ellerime, bacaklarımın arasından bir hayat fışkırıyor. Doğrulup
küçücük vücudu kavrıyorum sıkıca.
Hapishanenin
bahçesinde günün ilk ışıkları, cansız bedenlerin üzerine doğuyor. Deprem
dinmiş. Ben, toprağın üstünde sırt üstü yatıyorum hala, göğsümün üstünde kızım!
Birazdan bizi bulurlar. Bebeğimin canhıraş ağlayışı yol gösterir onlara.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder