Gün doğarken uçak
havaalanına inmiş, telefonuma gelen mesajıyla işe uğramadan direkt arkadaşımın
evine gitmiştim. Darmadağınık bir yüzle kapıyı açıp gece boyu uyumadığını
söyleyerek son zamanlarda sürekli gördüğü o rüyayı anlatmaya başladı.
“Önce
seslerle başlıyor. Tak, tak, tak… Bazen bomboş bir meydanda, bazen ıssız
sokaklarda, bazen bir tepeden uykudaki İstanbul’a bakarken… Tak, tak, tak… Bu
sesleri duymamla hah diyorum, yine başladı. O sırada neyin başladığına ait bir
fikrim yok… Ama tak taklar sanki bir felaketin habercisi gibi. Neredeyse sürekli
olarak bu sesleri duyacağımdan korkuyorum. İlk tak’ la birlikte nefesim daralıp
kalbim çarpmaya başlıyor.
Sonra
bu sesleri aramaya başlıyorum deli gibi. Koşuyor, yalpalıyor, yürüyorum… Bir
sokağa giriyorum. Boş, burası değil. Sonra bir başkası. Yaklaşmış olduğumu
sandığım anda sesler uzaklaşıyor. Şüpheye bile düştüğüm oluyor. Hayır, bugüne kadar
bulamadığıma göre gerçek olamazlar, belki de hepsi benim imgelemim bir
ürünüdür. Böyle düşünüp rüyada kendimi rahatlatmaya çalışırken o kadar gerçek
ve korkutucu bir sesle dibimde bitiyor ki, tekrar başlıyor arama çılgınlığım.
Sonra
boş sokakları bitirip kentin biraz dışına çıkıyorum. Yolun sonunda devasa bir demir
kapı beliriyor, daha önce nasıl olup da görmediğime şaşırarak içeri geçiyorum.
Kapının gerisinde görünen taş duvarlar ve üstündeki dikenli teller bir toplama
kampını andırıyor. Avluya girdiğim anda o sinir bozucu ses artık sona eriyor,
ama nedense rahatlayamıyorum. Yine bir şey görünmüyor. Neredeyse o sessizlikte
yeniden o tak tak seslerini duyacağım. Biliyorum, artık ses bu beton avludan
geliyor ama neden, neden onu göremiyorum. Sesin peşine düşmek ve sesi aramak?
Ses nasıl görünür ki?
Bazen
kocaman bir konser salonunda oluyorum, tabii benden başka kimse yok ve ses
başlıyor. Bazen yağmurla ıslanmış boş sokaklarda yürüyor oluyorum, sadece
yağmurun sesi ve o ses. Sonra sıkıntıyla uyanıyorum. Bir yandan uyandığım için
rahatlamış, bir yandan da sonunu göremediğim, sesin kaynağına varamadığım için huzursuz
olarak…
Biliyorum,
artık ben bitimsiz bir rüyaya mahkûm edildim. Sonunu hiçbir zaman görmüyorum,
ama rüyanın bana neyi işaret ettiğini biliyorum. Çünkü ben bir katilim!”
Yüzüme dikkatle bakıyordu, anlattıklarından
etkilenmiştim, hemen kendimi toparlayıp saçmalama, sen ömründe böcek bile
ezmedin, diye çıkıştım.
Evet ama kurgularımla, yazdıklarımla
kurgusal bir katil olmayı becerdim, inanamıyorum buna, diye odanın ortasında
bir ileri bir geri gezinmeye başladı. Bak dedim, istersen yardım filan alalım,
ben senin yanındayım, ne gerekirse.
Beni dinlemiyordu, kendi
kendine konuşur gibi devam etti. Yüreğim daralıyor, ben bilseydim, yani
edebiyatın böyle… Hiç bulaşmazdım. Bunları söyledikten sonra şimdi de ellerini
başının arasına aldı, sarsılarak ağlamaya başladı. Ben hâlâ ne olup bittiğini
tam olarak anlayamıyordum. Üniversiteden beri en yakın dostumdu, son günlerde kendini
yazmaya çok kaptırmış, kimseyle görüşmez olmuştu. Odası yerlerde sayfalar
dolusu el yazılarıyla darmadağınıktı. Tutulmuş notlar, karmaşa içinde sağa sola
atılmış, son çıkan cinayet kitabı da sehpanın üstünde oldukça yıpranmış ve
yırtılmış olarak duruyordu. Duvardaki mantar panoda asılı gazete kupürlerinde,
aynı günde, üç farklı şehirde intihar eden üç genç kızın haberi çıkmıştı. Sayfalarını
karıştırınca ayraçlar koyduğunu, belli satırları didik didik çizmiş, yanına
notlar almış olduğunu, adeta kitapla cenk ettiğini hayretle görerek, seninki yazar
sendromu diye uydurdum. Bir iki sene kadar psikoloji okuyup ayrılmıştım. Büyük
bir ciddiyetle devam ettim. Kitabını yeni tamamladın, karakterinle aylardır o
kadar birlikteydin ki, Murat’la yani, kendini ana karakterin Murat sanıyorsun.
Murat psikopat bir katildi öyle değil mi?
Nereye varmaya çalışıyorsun
diye sordu. Murat’la kurduğun özdeşleşme seni bir katil gibi suçlu
hissettiriyor olmalı diye tekrarladım. Doğrusu en samimi arkadaşımın kitabını
henüz okumadığımdan ana karakter Murat’ın nemenem bir psikopat olduğunu bile
bilmiyordum. Şirketin yurt dışındaki bir toplantısından yeni dönmüş ve onun
acil çağrısıyla da yanına gelmiştim. Aslında onu bir süredir nasıl ihmal
ettiğimi anlıyordum.
Hayretle bana bakarken öldüren
Murat değil ki, Necla diye çıkıştı. Hay Allah şimdi de Necla’yla özdeşleştiğini
söyleyemezdim ya!
Affedersin dedim, her şeyi
baştan alalım, bir süredir burada olmadığımı biliyorsun.
Al dedi, işaretli yerinden
ayırdığı kitabını sinirli bir hareketle burnuma doğru uzattı.
Çizili satırları okudum, ama
bende oluşturduğu etki sarsıcı olmaktan uzaktı. Sanırım kendi satırları olduğundan
ona farklı bir anlam ifade ediyordu. Ee diye yüzüme bakınca, ee dedim ben de.
Fark etmedin mi diye sordu. Baksana, satırların arasına saklanmış, ben yazarken
böyle değildi. Şiir olsa akrostiş diyeceğim. Ama bunun nasıl olduğunu anlamadım.
Uzattığı satırları bir kez
daha okusam da yine benim için fazla bir şey ifade edemedi. Normal, sıradan
şeyler işte. Yazdıklarına tanrısal, uhrevi bir şey gibi bakıyordu. Sanki kutsal
kitaplarda ayet arıyorduk. Bu kez de bak burası diye gösterdi. 12. sayfa. On iki,
aralık ayıdır, on ikinci satıra odaklan, yani aralık ayının on ikisi. Anladın
mı, intihar eden kızların ölüm tarihi?
Gözlerime inanamadım, kitabın
sayfalarında deli gibi çalışmış, rengârenk fosforlu kalemle satırları sağdan
sola yukarıdan aşağıya çizmiş, yanlarına notlar almış, grafikler, oklar,
istatistik analizleri, varsayımlarla kitabı geometri defterine döndürmüştü. Bütün
bunlar normal değildi. Son bir gayretle bazı rastlantılar olamaz mı diye
sordum. Hayır, hepsinin bir araya gelişinin bir anlamı varmış!
Arkadaşımın düşüncelerinin
saplantılı bir hal aldığını anlamıştım. Ona karşı yaptığım her itiraz inançlarına
daha da sıkı sarılmasına yol açıyordu. Zavallıcık… Evdeki düzene, içki
şişelerine bakılırsa son günlerde kötü günler geçiriyor olmalıydı.
En son ne zaman doğru dürüst
yemek yedin diye sorunca, konuyu değiştirme diye uyardı. Bilmiyor muydum? Bir
maceraya, (böyle tanımlamıştı yazdığı romanını) başladığında o kurgudaki dünyanın
dışına çıkıp gerçek dünyayla yeniden bağ kurmak kolay olmuyordu. Uykusuz, gece-
gündüz, yemeden içmeden belli bir noktaya gelmesi gerekiyormuş. Onu önce bir
lokantaya götürüp sonra da evine bir temizlikçi göndermeliyim diye düşündüm.
Bana öyle delirmişim gibi
bakma, neler olduğunu bile bilmiyorsun, tek bildiğin para kazanmak diye
söylendi. Tamam, dedim sakin bir sesle, her şeyi halledeceğiz, yalnız baştan
alalım her şeyi. Yanıma oturdu, anlatmaya başladı:
Tam
olarak on iki aralıkta, aynı şehirde, üç gencecik kız intihar ettiler. Kitabımın
dağıtımından bir ay sonra. Birinin evinden kitabımın orta sayfasına koyduğu
intihar mektubu çıktı. Diğeri 66. sayfanın kenarına kurşunkalemle not düşmüştü.
Üçüncü olan da kitabın son sayfasına yazdığı notla veda etmişti.
Üçü
de kendilerini astılar. Düşünebiliyor musun? Üçü de intiharlarına giden yolda
en son kitabımla görüldüler. Manyakça bir düşünce olduğunu düşünebilirsin ama
inan kitabı bitirmişler miydi diye düşünmeden edemedim! Ben taammüden adam
öldürmekten yargılanması gereken bir katilim, şimdi anlıyor musun?
Dehşet içinde onu
dinliyordum. Son günlerde çektiği acıdan ne kadar bitkin düşmüş olduğunu fark
ettim. Eşinin ölümünden sonra kullandığı ilaçları tekrar almaya başlamıştı. Uyku
ilacını verip onu yatırdıktan sonra yarın sabah erkenden onu alıp hastaneye
götürmek üzere geleceğime söz verdim. Aslında sabaha kadar yanında kalmam
lazımdı, ama yolculuk sonrası evimde bir duş alıp rahatlamak istemiştim. Hem
geceyi uyuyarak geçirecekti nasıl olsa.
Evime gidip duş aldıktan
sonra erkenden uyudum. Neden bilmiyorum, gördüğüm rüyanın etkisiyle tan vaktinin
alaca karanlığında uyanmışım. Çok korkmuştum. Tıpkı arkadaşımın anlattığı
gibiydi. Rüyamda sisler içindeki bir gecenin son saatlerinde bulunuyordum.
Korkarak yürüyordum, tek başımaydım, uzaktan tak tak tak diye sesler geliyordu.
Aman tanrım ne olduğunu biliyordum, ama bir türlü sesi çıkaramıyordum. Sokakta
ilerledikçe sesler arttı, bir dönemecin başına geldim, iyice yakınlaşmıştım. Oradan
döndüğümde ne olduğunu artık görebilecektim. Tam köşeyi döner dönmez bu kez de
dümdüz bir bozkır çıktı karşıma. Bozkırın tam ortasında gördüğüm manzaradan
dolayı dehşetle bağırmaya başladım. Fakat sesim çıkmıyordu. Bozkırın ortasına
kocaman bir darağacı çatılıyordu! Tak tak tak. Duyduğum, duyduğu sesler buydu.
Ağzımı çaresizce açıp kaparken kan ter içinde uyanmışım. Nefesimi kontrol etmeye
çalışırken, ışığı yakıp telefona baktım. Sabahın altısını gösteriyordu. Kulağımda
hâlâ darağacının korkunç çatılma sesi taklıyordu. Kalkıp mutfağa su içmeye
gittim. İçimde patlayacak gibi bir sıkıntı vardı. Ne oluyor derken bardak
elimden gürültüyle yere düştü. Anlamıştım. O andan sonra deli gibi koştuğumu
hatırlıyorum. Onun evine doğru çılgın, ama nafile bir koşu tutturmuştum. Eve
vardığımda her şey için çok geçti…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder