Jean-Paul Sartre, “Bir insan her zaman
bir hikâye anlatıcısıdır; kendi hikâyeleriyle ve başkalarının hikâyeleriyle
çevrili yaşar; başına gelen her şeyi onlar aracılığıyla görür ve hayatını
anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır” der. Gerçekten de hepimiz -hayvanlar,
bitkiler, ölüler, diriler, tozlu mobilyalar ve taş parçaları da dahil- ete
kemiğe bürünmüş hikâyelerden ibaretiz. Hepimiz, isteyerek ya da istemeyerek,
tek satır dahi olsa mutlaka bir başkasının hikâyesinde yer alıyoruz. Ve bu hikâyelere
dahil olmak için, illa ki altı çizilecek cümleler sarfetmemize ya da kimsenin
göze alamayacağı büyük fedakarlıklarda bulunmamıza gerek yok. Akşam vakti çakmak
isteriz birinden, sonrasında sarı bir dolmuşun arka koltuğunda kısa bir
cümlenin hamuruna karışıveririz. "Of..." der adamın teki, "Tam
seni arayacaktım ki, biri benden ateş istedi." Çatıya düşmüş yağmur
damlası gibi akar geçeriz hikâyesinin içinden, haberimiz bile olmaz. Velhasıl ne
hayatı hikâyeden ayırabiliriz, ne de hikâyeyi hayattan...
İşte
böyle aklı başında şeyler yazmıştım dünya öykü günüyle ilgili. İş görüyordu
yani, doğru laflardı. Hani derler ya: Akarı kokarı yoktu. Ama ne bileyim... Sevemedim
açıkçası bu ilk yazdıklarımı. Çünkü bana göre öykü, bu ilk paragrafta yazdığım
kitabî dünyayı başka başka dillerle yıkmaktan ibarettir. "Lan!" demektir
saçmasapan bir yerde, daha doğal ve daha gerçek olmaktır. Kitabî olan her şeyin
çatırdadığı bir yerdir. Geri dönüp de düzeltmediğim, birlikte akıp gittiğim, üstü
başı yırtık cümlelerdir. Bu cümleleri tek tek yakalamaya çalışmadan, bütününe
bir anlam yüklemeden, sadece ve sadece kelimeleri bir araya getirmektir.
Hoplamaktır, zıplamaktır, parantezler açmaktır. İçiçe açılmış parantezleri ve
birbirinin üstüne yığılmış bütün o cümleleri, iyi kötü sıralamaya çalışmaktır.
Ya da öyle bir şey...
Öyle
bir şeydir öykü, öyledir, birdir, şeydir, hepsi birdendir ve de aynı zamanda
hiçbiridir. Çok özel bir anlamı yoktur, basittir, bazen de anlamlıdır. O
bazendir öykü, o bazenin içindeki kırık dökük günlerdir, o günlerden aklımda
kalanlardır, virgüllerdir, noktalardır, üç noktalarla anlatılmaya çalışılan
ünlemlerdir, metafor zehirlenmesidir, kusmaktır, saçmalamaktır... Sağda solda ahkam
kesmektir, ahkam kestiğinden utanmaktır, utandığından dolayı kendini insan gibi
hissetmektir, anlamaktır, anladığın için gizliden gizliye böbürlenmektir,
kısacası insan olmak ve hayata temas etmektir.
Bir
başka paragrafa geçmektir, iki paragrafın arasındaki ince boşluğa dalıp gitmek,
oradan aşağı düşüp kaybolmak ve kayboldukça bir başkası olarak varolmaktır. Ya
da sadece, şairler kadar olmasa da, kafası karışık olmaktır. Bilemiyorum.
Bilememektir öykü. Her şeyden birazdır. Az kuru, az pilav, az mercimek
çorbasıdır. Bu cümlenin içine saklanmış menü, bu menünün içine saklanmış öğrenci
evi ve esnaf lokantasıdır. Bir akşam vakti elektrik sobasının karşısına tüneyip
de nasıl olacak yahu bu öykünün günü, nesini kutlayacağız biz şimdi bunun
demektir. Hem... hem... hem... nasıl kutlanır ki böyle bir gün diye yazıp
durmaktır. O hem'i üç kere kullanmaktır. Bunu neden yaptığı hakkında hiçbir
fikri olmamaktır. Bayırdan aşağı dört nala koşan vahşi atlar deyip susmaktır. Kısacası,
şu hayattan ötesi değildir öykü. Herneyse...
Belki
de sadece kafası karışık bir adamın sözleridir bunlar. Olduğu kadarıyla artık.
Bütün
iflah olmaz hayalperestlerin, dünya öykü günü kutlu olsun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder