GELECEK SAYI

MAYIS SAYIMIZIN TEMASI "mayıs'ta erguvandır istanbul"

10 Mart 2017 Cuma

KANSERLİLER - Zeki Paralı


          Karanlık dar merdivenlerden çıktı. Üst katlardan birinde, merdiven sahanlığından konuşma sesleri duyuluyor ama anlaşılmıyordu. Düşündü, anahtarı hangi cebindeydi?
          Defalarca sildiği cümlelerin bu son biçimini ekrana yazdığı sırada çaldı zil.
          “Ben bakıyorum canım.”
          Canımlı cümledeki sesin sahibi Candan’dı.
          “A-a! Şinasi! Sen misin? Gel gel. Ayakkabılarını içerde çıkar. Artık o küçük kasabanın insanları değiliz. Kapıda bırakma. Lacivert trençkotun çok şık. Yok yok, çekinme kimse yok.”
          Yoktu. Torbayı sağ eline yeniden aldı. Sol cebini yoklayınca bulabildi anahtarını. Çıkardı, kapıyı açtı. Bir sonraki kata çıkan merdivenin ikici basamağına ayağını koydu. Elindeki torbayı yere bırakmadan ayakkabılarının bağcıklarını çözdü. Açık kapıdan adımını attı. Sonra döndü. Kapının dışında bıraktığı ayakkabılarını aldı. Merdiven boşluğunda, yukarıda bir yerlerden çocuğunu karşılayan bir kadın sesi duyuluyordu. Ayakkabılığa bırakmadan ayakkabılarının altına baktı. Aynadaki görüntüsüyle göz göze geldiğinde yazacağı metni kurmaya çalışıyordu kafasında. Elinde beyaz, naylon torba, başında hafif yana kaymış gri, mor çizgili bereyle tuhaftı görüntüsü. Naylon torbayı mutfaktaki sandalyenin üstüne bıraktı. Kolları, iki yeşil çizgili kahverengi kabanını çıkarırken, bir genç, hayır bir çocuk, diye geçirdi içinden. Eli başındaki beresine uzandığında, bakışları yeniden portmantonun aynasındaydı. Aynadaki bir çift göz de onun saçları dökülmüş kafasına bakıyordu. Salondaki büyük, eski koltuğa oturdu. Kendini bitkin hissediyordu. Dün, hastaneden dönünce, tüm günü uyuyarak geçmişti. Konsolun üstündeki defterini aldı. Kalemi, radyoterapi sonrası ağzının içi gibiydi. Kafası da öyle. Kurumuştu. İlk sözcüğü yazarken hep karşılaşırdı bununla. Her seferinde arkasındaki vidalı pistonu çevirir, mürekkep kâğıdın üstüne, bir iki damla akar, kalem yeniden yazmaya başlardı. Bakışları Fransız balkonlu pencereye gitti. Dışarda hava hâlâ pusluydu. Neredeyse yağacaktı. Kaleminin dans ettiği beyaz kâğıtta yavaş yavaş mavi izler belirmeye başladı:
          İzler belirmeye başlamıştı. Az önce başlayan yağmur damlaları birer birer ıslatıyordu sokak taşlarını. Akşamüstüydü. Siyah bisikletine atladı. Ancak ayaktayken yetişebiliyordu pedallara. Boyundan büyük bisiklet şehrin uzak, sakin, dış sokaklarından birindeki kahveye götürdü onu. İçeri girince, gözlüğünün buğulanan camlarını, gömleğinin eteğine sildi. Çay ocağındaki, bıyıkları, saçları, gözleri kahverengi adama,
                    “Cilet’i arıyorum” dedi.
          Çaycı, çocuğu tepeden tırnağa süzdü. Ne yapacaksın, demedi. Başının umursamaz bir hareketiyle arka masalardan birini işaret etti. Çocuk hangi masa olduğunu anlamadı, ama arkasına döndü. Emin görünmeye çalışan, ürkek adımlarla masaların arasında yürümeye başladı. Çaycı bu arada çocuğu gösteriyordu Cilet’e. Duvar kenarındaki masalardan birinde oturan adam kalktı. Çevik adımlarla çocuğun yanına geldi. Omuzundan tutup itekleyerek geri çevirdi. Kapıya çıktılar. Yağmur belli belirsiz sürüyordu. Kapıdaki bisiklete, bu kez, önce Cilet bindi. Arkasından küçük çocuk.  
          “Yağmur bugün diner mi” dedi çocuk, bisikletin tekerleği küçük su birikintilerine dalıp çıkarken.
                              “Şemsiye almadan çıkmam ben” dedi Cilet.
          Adamın yanıtı çocuk için yeterliydi. Bisiklet sakin sokaklardan birine gelince durdu. İndiler. Çocuk elini pantolonunun cebinde soktu. Bir kaç kez katlamış küçük bir kâğıt uzattı. Adam, kâğıdı bir şey söylemeden aldı. Bisikleti çocuğa verdi.
                              “Buradan dönüş yolunu bulabilir misin?”  
          Çocuk yanıt vermek yerine başını salladı. Siyah bisikletine bindi, gözden yitti.
          İki gün sonra bir gazete satıcısının önündeki iyi giyimli, kır saçlı bir adam; kahvede, duvar kenarındaki masada, çınlayan çay bardağı eşliğindeki Cilet’le aynı anda, aynı haberi okuyordu:
          Çevre araştırmalarıyla tanınmış, kısa süre önce akciğer kanserine yakalanan Sait Fehmi adlı bir gazeteciden söz ediyordu haber. Doktorların iyileşmeye başladığını söylediği Fehmi, salı günü tedavi olduğu hastanenin iki yüz dört numaralı odasında yaşamını yitirmişti. Haber, Fehmi’nin beklenmedik, erken ölümü basın camiasını kedere boğdu, diye bitiyordu.
          Sait Fehmi, bir gazetecinin olabileceği kadar, sade bir törenle gömüldü. Toprağa verildiği sırada soğuk, sert bir rüzgâr, siyah gözlüklü güzel karısının başörtüsüyle, kalabalığın arka sıralarında duran kır saçlı adamın siyah paltosunu uçuşturuyordu. Rüzgâr, mezarlığın girişinde bekleyen deri ceketli Cilet’in elindeki küçük kâğıdı kaptı. Havalandırdı, Sait Fehmi’nin karısının uzun, güzel bacakları altına sürükledi. Kadın eğildi yerdeki kâğıdı aldı, açtı. Kır saçlı sevgilisinin el yazısını tanıdı. Kâğıtta, Sait Fehmi, onkoloji hastanesi, iki yüz dört numara, notu yazıyordu.      
          Biraz sonra rüzgâr şiddetlendiğinde küçük bir çocuk, büyük siyah bisikletini eski apartmanın karanlık, dar merdivenleri önünde bıraktı. Merdivenlerden çıkarken annesi
                              “Nerde kaldın?” diye seslendi.
          Rüzgârın sesi Fransız balkon penceresinden duyuluyordu. Kalemden süzülen sözcüklerin rengi açılmaya başlamıştı. Adam mürekkebin bitmek üzere olduğunu gördü. Defterini yanındaki konsola, kalemini defterinin üstüne bıraktı. Banyoda ellerini yıkadı, mutfağa döndü. Az önce sandalyenin üstüne bıraktığı beyaz naylon torbayı açtı. İçinden dikdörtgen prizma biçimli bir şişe çıkardı. Ukrayna’dan getirtmişti bunu.    
          “Ne işin vardı ayol Ukrayna’da” diyen Candan’ın çınlayan cümlesini duydu kocası çalışma odasından. Ukrayna, dedi kendi kendine. İyi fikir. Ukrayna’dan getirmişti bunu, yazdı son cümle olarak. Bilgisayarın kapatma düğmesine bastı. Parmaklarını her zaman yaptığı gibi saçlarının arasına daldırmak için uzattı. Elleri boşlukla karşılaştı. Saçı yoktu. Yüzünden bir gölge geçti. Sandalyeden kalktı. Odasından çıktı. Konuğumuz gelmiş demek, diye mırıldandı, portmantodaki lacivert trençkotu görünce.
          “Canıım” dedi Candan onu eşikte görünce, şarkı söylüyor gibiydi sesi, “kim geldi bak! Ta nerelerden, Şinasi seni görmeye gelmiş.” Elinde prizmatik bir şişe tutuyordu. “Kansere iyi geliyormuş” dedi. Adam şaşkın, mutlu bir an bakakaldı Şinasi’ye.
          “Biz ona okulda Cilet diyorduk” dedi, “Titiz çocuk, jilet gibi giyinirdi.”
          Kollarını açtı. Ona doğru güçlükle birkaç adım attı.

26 Aralık 2016-İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder