Karanlık dar merdivenlerden çıktı. Üst
katlardan birinde, merdiven sahanlığından konuşma sesleri duyuluyor ama
anlaşılmıyordu. Düşündü, anahtarı hangi cebindeydi?
Defalarca
sildiği cümlelerin bu son biçimini ekrana yazdığı sırada çaldı zil.
“Ben
bakıyorum canım.”
Canımlı
cümledeki sesin sahibi Candan’dı.
“A-a! Şinasi! Sen misin? Gel gel. Ayakkabılarını
içerde çıkar. Artık o küçük kasabanın insanları değiliz. Kapıda bırakma. Lacivert
trençkotun çok şık. Yok yok, çekinme kimse yok.”
Yoktu.
Torbayı sağ eline yeniden aldı. Sol cebini yoklayınca bulabildi anahtarını. Çıkardı,
kapıyı açtı. Bir sonraki kata çıkan merdivenin ikici basamağına ayağını koydu. Elindeki
torbayı yere bırakmadan ayakkabılarının bağcıklarını çözdü. Açık kapıdan adımını
attı. Sonra döndü. Kapının dışında bıraktığı ayakkabılarını aldı. Merdiven
boşluğunda, yukarıda bir yerlerden çocuğunu karşılayan bir kadın sesi duyuluyordu.
Ayakkabılığa bırakmadan ayakkabılarının altına baktı. Aynadaki görüntüsüyle göz
göze geldiğinde yazacağı metni kurmaya çalışıyordu kafasında. Elinde beyaz, naylon
torba, başında hafif yana kaymış gri, mor çizgili bereyle tuhaftı görüntüsü. Naylon
torbayı mutfaktaki sandalyenin üstüne bıraktı. Kolları, iki yeşil çizgili
kahverengi kabanını çıkarırken, bir genç, hayır bir çocuk, diye geçirdi içinden.
Eli başındaki beresine uzandığında, bakışları yeniden portmantonun aynasındaydı.
Aynadaki bir çift göz de onun saçları dökülmüş kafasına bakıyordu. Salondaki büyük,
eski koltuğa oturdu. Kendini bitkin hissediyordu. Dün, hastaneden dönünce, tüm
günü uyuyarak geçmişti. Konsolun üstündeki defterini aldı. Kalemi, radyoterapi
sonrası ağzının içi gibiydi. Kafası da öyle. Kurumuştu. İlk sözcüğü yazarken
hep karşılaşırdı bununla. Her seferinde arkasındaki vidalı pistonu çevirir, mürekkep
kâğıdın üstüne, bir iki damla akar, kalem yeniden yazmaya başlardı. Bakışları Fransız
balkonlu pencereye gitti. Dışarda hava hâlâ pusluydu. Neredeyse yağacaktı. Kaleminin
dans ettiği beyaz kâğıtta yavaş yavaş mavi izler belirmeye başladı:
İzler belirmeye başlamıştı. Az önce başlayan
yağmur damlaları birer birer ıslatıyordu sokak taşlarını. Akşamüstüydü. Siyah
bisikletine atladı. Ancak ayaktayken yetişebiliyordu pedallara. Boyundan büyük
bisiklet şehrin uzak, sakin, dış sokaklarından birindeki kahveye götürdü onu. İçeri
girince, gözlüğünün buğulanan camlarını, gömleğinin eteğine sildi. Çay ocağındaki,
bıyıkları, saçları, gözleri kahverengi adama,
“Cilet’i
arıyorum” dedi.
Çaycı, çocuğu tepeden tırnağa süzdü. Ne
yapacaksın, demedi. Başının umursamaz bir hareketiyle arka masalardan birini
işaret etti. Çocuk hangi masa olduğunu anlamadı, ama arkasına döndü. Emin
görünmeye çalışan, ürkek adımlarla masaların arasında yürümeye başladı. Çaycı bu
arada çocuğu gösteriyordu Cilet’e. Duvar kenarındaki masalardan birinde oturan
adam kalktı. Çevik adımlarla çocuğun yanına geldi. Omuzundan tutup itekleyerek
geri çevirdi. Kapıya çıktılar. Yağmur belli belirsiz sürüyordu. Kapıdaki
bisiklete, bu kez, önce Cilet bindi. Arkasından küçük çocuk.
“Yağmur bugün diner mi” dedi çocuk,
bisikletin tekerleği küçük su birikintilerine dalıp çıkarken.
“Şemsiye
almadan çıkmam ben” dedi Cilet.
Adamın yanıtı çocuk için yeterliydi. Bisiklet
sakin sokaklardan birine gelince durdu. İndiler. Çocuk elini pantolonunun cebinde
soktu. Bir kaç kez katlamış küçük bir kâğıt uzattı. Adam, kâğıdı bir şey
söylemeden aldı. Bisikleti çocuğa verdi.
“Buradan
dönüş yolunu bulabilir misin?”
Çocuk yanıt vermek yerine başını
salladı. Siyah bisikletine bindi, gözden yitti.
İki gün sonra bir gazete satıcısının
önündeki iyi giyimli, kır saçlı bir adam; kahvede, duvar kenarındaki masada, çınlayan
çay bardağı eşliğindeki Cilet’le aynı anda, aynı haberi okuyordu:
Çevre araştırmalarıyla tanınmış, kısa
süre önce akciğer kanserine yakalanan Sait Fehmi adlı bir gazeteciden söz
ediyordu haber. Doktorların iyileşmeye başladığını söylediği Fehmi, salı günü
tedavi olduğu hastanenin iki yüz dört numaralı odasında yaşamını yitirmişti.
Haber, Fehmi’nin beklenmedik, erken ölümü basın camiasını kedere boğdu, diye
bitiyordu.
Sait Fehmi, bir gazetecinin
olabileceği kadar, sade bir törenle gömüldü. Toprağa verildiği sırada soğuk,
sert bir rüzgâr, siyah gözlüklü güzel karısının başörtüsüyle, kalabalığın arka
sıralarında duran kır saçlı adamın siyah paltosunu uçuşturuyordu. Rüzgâr, mezarlığın
girişinde bekleyen deri ceketli Cilet’in elindeki küçük kâğıdı kaptı. Havalandırdı,
Sait Fehmi’nin karısının uzun, güzel bacakları altına sürükledi. Kadın eğildi
yerdeki kâğıdı aldı, açtı. Kır saçlı sevgilisinin el yazısını tanıdı. Kâğıtta, Sait Fehmi, onkoloji hastanesi, iki yüz dört
numara, notu yazıyordu.
Biraz sonra rüzgâr şiddetlendiğinde küçük
bir çocuk, büyük siyah bisikletini eski apartmanın karanlık, dar merdivenleri
önünde bıraktı. Merdivenlerden çıkarken annesi
“Nerde kaldın?” diye seslendi.
Rüzgârın
sesi Fransız balkon penceresinden duyuluyordu. Kalemden süzülen sözcüklerin
rengi açılmaya başlamıştı. Adam mürekkebin bitmek üzere olduğunu gördü.
Defterini yanındaki konsola, kalemini defterinin üstüne bıraktı. Banyoda
ellerini yıkadı, mutfağa döndü. Az önce sandalyenin üstüne bıraktığı beyaz
naylon torbayı açtı. İçinden dikdörtgen prizma biçimli bir şişe çıkardı.
Ukrayna’dan getirtmişti bunu.
“Ne işin vardı ayol Ukrayna’da” diyen
Candan’ın çınlayan cümlesini duydu kocası çalışma odasından. Ukrayna, dedi
kendi kendine. İyi fikir. Ukrayna’dan getirmişti
bunu, yazdı son cümle olarak. Bilgisayarın kapatma düğmesine bastı. Parmaklarını
her zaman yaptığı gibi saçlarının arasına daldırmak için uzattı. Elleri
boşlukla karşılaştı. Saçı yoktu. Yüzünden bir gölge geçti. Sandalyeden kalktı. Odasından
çıktı. Konuğumuz gelmiş demek, diye mırıldandı, portmantodaki lacivert trençkotu
görünce.
“Canıım”
dedi Candan onu eşikte görünce, şarkı söylüyor gibiydi sesi, “kim geldi bak! Ta
nerelerden, Şinasi seni görmeye gelmiş.” Elinde prizmatik bir şişe tutuyordu. “Kansere
iyi geliyormuş” dedi. Adam şaşkın, mutlu bir an bakakaldı Şinasi’ye.
Kollarını
açtı. Ona doğru güçlükle birkaç adım attı.
26 Aralık 2016-İstanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder