İkide bir oflayıp pufluyorum sabahtan beri. Doğanın
baskıcı, bunaltıcı, huzursuz edici tüm güçleri eve doluşmuş sanki. Beni
hırpalıyor, taciz ediyorlar. Pencerenin iki kanadını da açıyorum sonuna kadar.
Evdeki havayı defetmek istiyorum aklım sıra. Yaprak kıpırdamıyor. Bulutsuz,
sıkıntılı, mat bir hava var dışarıda. Her zaman, az da olsa bir nefes esinti
üreten Boğaz, durgun ve esrarengiz bir sessizlik içinde. Ne bir gemi, ne de bir
tekne var hareket halinde. Dikkat ediyorum, Yeniköy ve Kalender sahil yolunda
bile, hareket eden tek bir vasıta yok! Sanki bir Büyücü zamanı durdurmuş!
Aklıma geliyor: Ya martılar? Martılar da yok havada. Hâlbuki bizim hava
olayları kâhinimiz, “Bugün Marmara’da saatte seksen - doksan km. hızla lodos
esecek. Dikkatli olun” dememiş miydi? Nerede kaldı sahi bu lodos?
Pencerenin önünden
ayrılmak için dönüyorum. Bu sefer pencerenin tam karşısındaki kalın çerçeveli
aynada görüyorum boğazın tuhaf halini. Annemizden bize tek miras bu ayna kaldı.
Ona da anneannemden kaldığı söylenen ayna, tüm kardeşlerin ortak mülkiyetinde.
Emaneten bende. Bir şey olacak diye ödüm kopar. Üzerine titrerim. Boğazın görüntüsü
bile daha efsunlu görünür bu antik aynada. Evet! Şimdi bile daha büyülü bir
görüntüsü var Boğaz’ın. Aynada Boğazı, Boğazda kendimi seyredip oyalanıyorken,
ansızın Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün altında puslar içinde hareket eden
beyazlıklar fark ediyorum… Daha dikkatli bakıyorum, İstinye’yi aşıp, durgun
denizin yüzeyinden hızla Beykoz körfezine yaklaşan beyazlıklar, düpedüz denizin
dalgaları. Patlayan lodosun önünde sürüklenip körfeze sığınmak için kaçışan
dalgalar, sessiz ve kıpırtısız ortamda ayrıksı, çelişkili ve inanılması zor bir
görüntü sunuyor aynada. Bu şaşırtıcı olayı seyre dalmışken, birden ayıkıyorum:
Fırtına!
Pencereye doğru
atılıyorum son anda. Bir sürü terslikler yaşıyorum art arda. Önce ayağım
takılıyor halıya; sendeliyorum. Kan beynime sıçrıyor. Pencerenin kanatlarından
soldakini, önce kapatmam gerekirken sağdakini kapatıyorum. Hemen fark ediyorum
yanlışlığı ama vakit kaybediyorum. Sağ
kanadı açıyorum, soldaki kanadı kapatıyorum. Bu sefer, telaştan pencerenin
kanadını sabitleyen mekanizmayı kapatamıyorum bir türlü. Neyse! “Başarmak
üzeresin, ha gayret!” derken, sol kanadı kapatmak için cebelleşiyorum ama fırsat
vermiyor rüzgâr. Bütün hiddetiyle, bir türlü kapatamadığım pencere kanadını
iterek içeriye dalıyor ve beni aynaya doğru savuruyor.
Ayaklarım yerden kesiliyor. Can havliyle
gövdemin üst kısmını, aynaya doğru çevirip ellerimi öne doğru uzatıyorum.
Aynayı kırmamak için bir yerlere tutunmak ister gibi… Aynaya ve aynadaki
suretime doğru hızla yaklaşırken tek derdim, tek korkum illa da ayna! O
kırılmasın da ne olursa olsun! Sanki çok yoğun bir şekilde istersem, havada
kendimi durdurabilirim gibi geliyor bana. Önce aynanın yüzeyinin içe doğru
çöktüğünü görüyorum. Sonra bir ışık patlıyor. Önce gözlerim hiçbir şey görmüyor
ve mutlak bir kara sessizlik sarıyor çevremi; rüya gibi! Ne gövdemin aynaya
çarpasıyla çıkması gereken gümbürtüyü, ne de kırılan aynanın şıngırtısını duyuyorum.
Hiçbir şey göremiyorum. Herhalde diyorum, ışımanın ve darbenin etkisiyle kör
oldum. Ellerim, yüzüm, kırılan aynanın jilet gibi keskin parçalarıyla lime lime
doğranmış olmalı. Acı duymuyorum. Hatta bedenimi bile hissedemiyorum. Şokta
olduğumu düşünüyorum. Karanlıkta yüzümü, gözümü, ellerimi ve çevremdeki yerleri
yokluyorum. Aynanın kırık parçalarını bulamıyorum. Yok! Yüzümde, ellerimde
kesik ve bedenimde bir ağrı yok! “Çok şükür, aynaya çarpmamışım” diye
düşünüyorum. Gözlerimi kırpıştırıyorum; “yok bir şeyin” diyorum kendime! Peki,
neden göremiyorum? Sonra, fırtınaya ne oldu? Neden fırtınanın uğultusunu, rüzgârın
sesini duyamıyorum? Kendimi pencereye doğru döndürüyorum. Pencerenin aydınlığında
bir şeyler göreceğimi, rüzgârın serinliğini hissedeceğimi sanıyordum. Hayret!
Ne bir görüntü, nede bir ses… Her yer kapkara! Hiçbir şey göremiyor ve hiçbir ses
işitemiyorum. Panikte olduğumu düşünerek, kendimi sakinleştirmeğe çalışıyorum.
Derin derin nefes alıyor, “Yok bir şey! Korkma!” diyerek kendimi
yüreklendiriyorum. Yeteri kadar sakinleştiğimi düşünerek ayağa kalkıyorum. Yok,
kalkamıyorum. Ayaktayım zaten. Fakat bir tuhaflık var. Ayaktayım ama ayaklarım
yere değmiyor. Havadayım sanki. “Öldüm mü acaba?” Gözlerimi kırpıyorum,
ellerimle yüzümü bedenimi yokluyorum; her şeyim yerli yerinde. Ölmemişim. Ve
birden dehşetle bir ihtimal geliyor aklıma: Aynanın karanlık yüzündeydim!
Aynanın bu ıssız ve karanlık tarafında, çaresiz bir şekilde boşlukta, tek başıma
kalmış olmalıyım. Ayrı bir evrendeyim şimdi. İçimi sıkıntılı bir korku
kaplıyor! Aynanın aydınlık ön yüzü geleceği, karanlık arka yüzü, geçmişi
kapsıyor olmalıydı…
Serinkanlı ve
mantıklı olmam gerektiğini biliyorum ama yapamıyorum. Bu ne demekti şimdi?
Böylesine mantık dışı ve fizik ötesi bir şeyi kendime bile nasıl açıklarım? Aynanın
bu tarafına nasıl geçmiştim? Daha da önemlisi aynanın aydınlık yüzüne nasıl
geçeceğim? Ürkütücü ihtimaller içinde ne yapacağımı bilmeden, kasılıp kalıyorum
ıssız, soğuk ve karanlık boşlukta...
Önce boşlukta
bedenimi nasıl kontrol edeceğimi test ediyorum. Bana uzun gelen bir uğraşıdan
sonra, nihayet boşlukta yürümeyi öğreniyorum. Ellerimi kullanarak çevremde
duvar ya da aynanın ters yüzü gibi bir sathın olması gerektiğini düşünerek
aranıyorum. Yok! Ne önümde, ne ardımda, ne sağımda ne de solumda bir şey yok!
Altımda, üstümde de yok! Çaresiz, ne
tarafa doğru gittiğimi bilemeden durmadan yürüyorum. Tam da artık yürüyemem,
takatim kalmadı diye düşünüyordum ki, yanıp sönen mavi bir ışık noktası
görüyorum. Uzak mı, yakın mı, bir referans noktam olmadığı için mesafeyi de
kestiremiyorum. Çaresiz yürüyor, yürüyorum. Ne kadar yürüdüm, nasıl yürüdüm
bilmiyorum. Nihayet bir kol mesafesinde şimdi yanıp sönen düğme. Hiç düşünmeden
basıyorum düğmeye.
Önümde bir
bilgisayarın dokunmatik ekranı aydınlanıyor. Ekranın üzerinde beni yönlendiren
komut ve seçenekler var. Ekranın aydınlığında çevreme bakıyorum; mutlak bir
karanlık, sessizlik ve boşluktan başka bir şey yok! Ekran da boşlukta ama kavi
duruyor. Öyle uzayda uçuşan nesneler, ağırlıksız gövdeler gibi değil. Tekrar
ekrana yoğunlaşıyorum. Ekrandaki “Bir dakika öncesi” seçeneğine dokunuyorum.
Anında bir kayıt düşüyor ekrana. Aynanın zaviyesinden pencereyi kapamaya
uğraşan kendimi seyrediyorum. Beceriksizce pencerenin kanatlarını canhıraş
kapamağa çalışıyorum. Pencerenin kolunu kapama durumuna getiremiyorum bir
türlü. Rüzgâr itiyor, pencerenin kanadı hızla açılıyor sonuna kadar. Boşluktan
dalıyor içeriye rüzgâr. Kâğıtlar, kitaplar, örtüler, yastıklar uçuşuyor. Çiçek
saksıları devriliyor. Aynaya doğru savrulduğumu, sanki bir şeyleri durdurmak
ister gibi, ellerimi ileriye doğru uzattığımı görüyorum. Sonra aniden bir şey
oluyor, aynadaki görüntümle göz göze geldiğimiz o an olmalı: bir ışık parlıyor
aynaya paralel bir düzlemde. Işık dairesel bir dalga gibi merkezden çevreye
doğru mavileşiyor, şeffaflaşıp kayboluyor. Sonrası; içinde mahpus kaldığım sessizlik,
karanlık ve bomboş bir evren. Ve bir de önümde bu ekran var.
Şimdi ben, geçmişte
miydim yani? Al işte” diyorum. Sen değil miydin, “Eskiden şöyleydi… Eskiden
böyleydi” diyen? “Al sana!” Sol elimi ileriye doğru uzatıp, sağ yumruğumu
hafifçe kavrıyorum. Sonra, yumruğumu hızla ileriye doğru iterken, sağ elimin
bileğini sol elimin avucuna çarptırarak, “şırrak” diye o malum sesi peş peşe
birkaç kere çıkarırken, diğer taraftan “Al sana!… Al sana!” diye bağırıyorum. Şimdi
böylece sonsuza kadar söylenebilirim hayata ve dünyaya sıkışıp kaldığım bu
aynada.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder