Gümüş bir ayna kaldı geriye ondan…
Üç çocuk, beş torun…
Bir de hayalleri.
Çantasından yola fırlamış ayna. Pazardan
dönüyormuş. Yerlere saçılmış zerzevatın arasından parlıyordu. Arkası gül
kabartmalı, saplı, küçük bir şey. Burada mı almıştı yoksa yanında mı
getirmişti? Belki de aile yadigârı. Bilmiyorum ama onu hep o aynaya bakıp
rujunu tazelerken hatırlıyorum. Evde de olsa, sokağa da çıksa ruju eksik
olmazdı dudağında. Hep aynı ruj; pembe… Hayallerinin rengiydi sanki. Bir
gazeteyle örtülmüş, kuruş kuruş biriktirerek memleketinde yaptırdığı ev
bittiğinde geri dönüp o evde yaşama hayali… Çocuklarıyla, torunlarıyla beraber
bir Noel yaşama hayali.
Polis evin beyine ulaşmış, o da en yakın
ben olduğumdan bana haber vermişti gitmem için. Eli kolu pazar torbalarıyla
dolu, karşıdan karşıya geçerken araba çarpmış. Görmemiş arabayı… Öyle diyor
çarpan. Korna çalmış, selektör yapmış ama “Kadın öyle dalgın dalgın yürüyordu
ki, duymadı” demiş ifadesinde. Frenleri tutmamış arabanın. Çarpıvermiş.
Ölüvermiş… Bu kadar basit işte yıllardır çabalanan hayalin bir anda gökyüzüne
uçuvermesi… Bir saniyelik iş.
Komşu ailenin yanına girdiğinde birkaç
sene olmuştu Türkiye’ye geleli. Yeni doğmuş bebeklerine bakıcı arıyorlardı. Çat
pat Türkçe öğrenmişti. Yıllar sonra Türkçeyi daha da iyi öğrendiğinde bile
gitmemişti o Rus aksanı. Neredeyse Türkçe gazete, kitap okuyacak kadar
öğrenmişti dili. Yirmi senede kim öğrenmezdi ki! Kitap okurdu çok. Bulabildiği
Rusça kitapları alır, gerekirse bir daha bir daha okurdu. Allah’tan evin beyi
Rusça konuşulan bölgelerle iş yapıyordu da, her gidişinde getiriyordu birkaç
tane. İş yaparken radyoyu açardı muhakkak. Öyle yetişmişti, müziksiz yapamazdı.
Annesi radyoyu açık tutarmış bütün gün. Dinyeper kıyılarında az mı vals
yapmıştı gençliğinde.
Daha geçen hafta davet etmişti yemeğe. Ev
sahipleri yaz tatilindeydiler. Yıllar içine uzanan bir dostluğumuz oldu. Bazen
hafta sonları buluşur, beraber gezerdik Boğaz kıyısında. Çok severdi Boğaz’ı.
Hüzün dolu yeşil gözleri hep gülerdi. Kırmızı kolsuz bir bluz, altına siyah
pantolon giymişti. Dudaklarında gene o pembe ruj ve gözlerinde hafif makyaj.
Hep renkli giyinmeye, bakımlı olmaya özen gösterirdi. Renk umut derdi, umut.
Hep ayakta dimdik duracaksın, hiç kendini bırakmayacaksın. Her zamanki tatlı
sert havasıyla oturacağım yeri göstermişti. Fonda gene klasik müzik. Ben
anlamazdım pek müzikten, hele klasik müzikten hiç. Ondan öğrendim
Tchaikovski’yi, Mozart’ı, Rahmaninov’u. Kuralcıydı. Randevulaştığımız zaman,
dakikası dakikasına hazır olur, ben geç kaldığımda kızardı. Rutinleri vardı.
İlk önce bir pastaneye gidilir, muhakkak bir sabah kahvesi içilirdi. Sonra
Boğaz kıyısında yürüyüş, tam saat yarımda öğle yemeği. Bu evde de sanki
çalışmaya gelmemiş de evin sahibi oymuş gibi, gelir gelmez kurallarını
koymuştu. Uyulmadığı zaman surat asardı. Kiev’de bir tekstil fabrikasında bölüm
şefiymiş. Otoritesi oradan geliyor olmalı… Belki de yıllardır Rus hegemonyası
altında aldığı eğitimden. Şikâyet etmezdi Ruslardan. 1991’de bağımsızlıklarını
ilân edinceye kadar kurulu bir düzenleri, belirli bir gelirleri olduğundan
bahsederdi. Ne olduysa bağımsızlıktan sonra olmuş. Fabrikalar kapanmış,
enflasyon almış başını gitmiş, insanlar açlık sınırında gezmeye başlayınca o da
diğer herkes gibi toplamış bavulunu, gelmiş İstanbul’a. Oğlu yeni evlenmiş,
torun bebek… Babasız kalmasın istedim demişti. O daha küçücük bir kızken, İkinci
Dünya Savaşı’ndan sonra ülkeyi kırıp geçen açlığa kurban vermiş babasını,
ablasını… Kocasının az da olsa para kazandığı bir işi var hâlâ o sıralarda.
Diğer çocukları da babaya emanet edip gelmiş iz, yurt bilmediği bu topraklara.
Kocam hastalanıp ölüverdi, ben geldikten
birkaç sene sonra, diye anlatırdı. Çalıştığı aile izin vermiş vermesine ama
vize sorunundan gidememiş kocasının cenazesine. Ağlamaz, sadece gözleri
nemlenirdi. İnsan şaşırırdı dirayetine. Burada kazandığı para ailesinin
geçimini karşıladığından dönememiş de. Kardeşleri ağabeylerine emanet yeni bir
düzen başlamış bu sefer. Seneler içinde İstanbul’a çalışmaya gelen Rus,
Moldovyalı ve Ukraynalılardan oluşan bir çevre de edinmişti kendine. Noelleri,
yılbaşlarını, doğum günlerini beraber kutluyorlar, hafta sonu izinlerinde
buluşuyorlardı. Beraber yaşlanmışlardı... Ukrayna’da çok arkadaşım kalmadı,
derdi. Hepsinin geride bıraktığı bir ailesi vardı. Hepsi yeterli para
biriktirip eve dönmenin, kendilerine ait bir evde yaşamanın hayalini
kuruyorlardı. Hasret ortak, hayaller ortak…
Evin hanımıyla pek anlaşamasa da,
bebekliğinden beri baktığı Ali’yi torunu bellemişti. Rusça da öğretmişti ona.
Birbirlerine bağlanmışlar, Ali de onu, hiç görmediği anneannesi yerine
koymuştu. Anne Meliha Hanım bu yakınlıktan hoşlanmıyor, her fırsatta onu
eleştirecek, söylenecek bir şey buluyordu. Zor Meliha Hanım’la çalışmak ama
Ali’yi bırakamam, Viktor’u bırakmak zorunda kalmıştım zaten, derken hüzünlenir,
sesi titrer, bakışları bahçedeki ağaçların üzerinde yeni açmış çiçeklere
takılır kalırdı. Kocasının adıymış Viktor. Biliyorlardı sanki babalarının kısa
bir süre sonra öleceğini… Çok seviyordun galiba kocanı, diye sorduğumda hemen
atlar yo, yoo çok sevmezdim, sert adamdı, hizmet beklerdi çok ama gene de
erkeğimdi, evimin parçasıydı. Onu özlemek demek Ukrayna’yı, ailemi, çocuklarımı
özlemek demek benim için, derdi.
Orada burada kaçak çalıştıktan sonra
Ali’nin ailesinde çalışmaya başladıktan bir süre sonra çözülmüş vize sorunları.
O süre içinde hiç gidememiş ülkesine. Sonra, derdi beyefendi iyi çıktı da
senede bir izin verdi on beş gün gitmeme ailemin yanına. Senede bir on beş gün,
nedir ki! Gene de hiç yoktan iyiydi. Viktor büyümüş, çocuklar evlenmiş, yeni
torunlar doğmuş seneler içinde. Viktor’un yeri ayrıydı onda. Bu belliydi.
Biliyor musun, demişti sohbetimizin
birinde. En çok neyi özledim? Kendi yatağımda uyumayı. Senelerdir onun, bunun
evinde, ülkeme gittiğimde oğlumun evinde, hep başka yataklarda uyudum. Sadece
bana ait bir yatakta uyumak istiyorum, bana ait bir evde uyanmak istiyorum. Ali
on yaşına geldiğinde başladı artık geri döneyim demelere. Ülkesinde ekonomi de
düzelmiş, çocukları çalışıyordu. Biriktirdiği paralarla Kiev’in biraz dışında,
yeşillikler içinde küçük bir arsa almıştı. Ufak ufak yaptırıyordu evi. Hesaptaydı
hep kafası. Bir sene daha çalışsam evin dış kabası biter, bir sene daha
çalışsam içini de yaparım. Öyle demişti evin beyine. İki sene sonra döneceğim.
Anlaşmışlardı.
Haziran’da dönecekti, Mart’ta Ukrayna’da
Rus yanlılarıyla karşıtları arasında çatışmalar başlamasaydı. Dönme dedi
ailesi, buralar karışık. Dönme dedi evin beyi Ali’nin sana daha ihtiyacı var.
Ev de öyle yarım hâlâ… Evdeki hesap çarşıya uymamıştı, kabası bitmiş, içi
bitememişti. Dönmedi. Bir sene daha dedi. Son bir sene daha.
Artık yetmiş yaşına varmış yorgun
bacaklarıyla, her Salı gittiği pazara gitmiş o gün. Asma yaprakları taze, sarma
yapacakmış herhalde torbasından yerlere saçılmış yapraklara bakılırsa. Kim bilir
aklında ne vardı o an. Önünde kalmış ayların hesabını mı yapıyordu, bitmiş
evinin yatak odasını mı döşüyordu? Yoksa Ali’nin yaprak sarmasını ne kadar
sevdiğini mi düşünüyordu?
Yüzü göğe bakan o gümüş aynada masmavi bir
gökyüzü ve pırıl pırıl bir güneş görülüyordu. Sanki bütün hayalleri bu aynada
toplanmış, güneş ışınlarıyla gökyüzüne savruluyordu. Görebilseydi kızardı ama
gene de ağladım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder