Köyün minibüsü
şehirden gelen yükünü indirdi. Akşamın pusu düşmüştü toprak evlere. Yanık ot
kokusu süzülüyordu bacalardan. Sessiz yaylalardan inmekteydi çıngırak sesleri.
Özlem bir avuç bakış, küçük bir çiğ tanesi..
Şevket köy çeşmesinde
yüzünü yıkadı. Bir oğlan çocuğu koşup geçti yanından, tanıyamadı. Bir taş attı
çeşmenin oluğuna dalga dalga yayıldı, koyu mavi su. İçinde bir çocuk gülümsedi.
Köy yıldız
karanlığına erişmeden, yolunu tuttu baba ocağının. Her bahçe kapısında hoştladı
havlayan köpekleri. Seslenenleri selamladı bir bir. Taş duvarlarla çevrili baba
evinin çatal kapısını araladı. Köpek havladı. Anası bekliyordu bahçede, mahcup elleri öptü, süt kokusuna sarıldı. Boyası
dökülmüş yeşil kapı, kapının tam karşısında ocak, önünde yer sofrası, minder
döşeli etrafı.
“Üşüdün mü oğlum,
tezek atayım mı ocağa?”
“Yok üşümedim ana.”
Babasının elini
öptü. Kardeşi İbrahim ve gelin ise onun elini.
“Çoluğu çocuğu da
getirseydin” dedi anası.
Küskün gelin yine hasta olmuştu.
“Çifte çubuğa mı
gidiyo, niye hasta ki” dedi küçük gelin.
“Hadi buyur
sofraya” dedi anası telaşla.
Çocukken hep
oturmak istediği ocak başı İbrahim’e ayrılmıştı. Gölgesi sofraya düşüyordu.
“Nasılsın baba?”
Baba, kasketini
yan çevirdi, gözleri yerde bir şey arar gibiydi, dizini ovuşturdu.
“Nasıl olalım
oğlum, Allah’a şükür.”
“Sen nasılsın çoluk
çocuk?..”
“Çok şükür baba.’’
Şevket getirdiği
poşeti anasına uzattı.
Anasına al güllü
basma, babaya içlik, çoluğa çocuğa leblebi şeker.
Gelin, arabaşı
çorbasını koydu ortaya.
“Eline sağlık ana...”
Kirpikli
sahanlarda turşu, yoğurt, pekmez üçlüsü, bir de yaprak sarma.
İbrahim tütün
molasından ikinci kez dönmekte.
“Sen nasılsın,
İbrahim?”
“iiiiiiyiim aabi
saağoollollasın ”
Ocağın aydınlığı
yetmez olmuştu.
“Kalk yak idare
lambasını İbrahim” dedi anası.
İbrahim hiç
görülmediği kadar atik, kalktı. Dudağının kenarında müstehzi tanıdık bir
gülümseme.
Yıllar öncesi bir
sabah…
“İbrahim bir el
ver de torbaları eşeğin sırtına atalım!”
“Baanae ne...”
“Vallahi
geberteceğim seni.”
“Aannnana!”
“Ne oluyor yine?”
“Dööövvvvüü….”
“ Bir de abi
olacaksın, rahat bırak şu çocuğu marazlı o!”
“Ana Topçu köye
yalnız gitmeye korkuyorum. Ya ben de kekeme olursam...”
“Ne var korkacak
git öğüt şu buğdayı, yarına ekmek yapacak unumuz yok.”
Eşeğin sırtında
buğday çuvalları, önde Şevket, arkada
tanıdık müstehzi gülümseme.
Lamba yandı
turuncu loşluk yüzlere yayıldı. Baba dalgın sakalını sıvazladı. İbrahim
babasının sırtından düşen ceketi tekrar yerine koydu. Evin aç, tembel kedisi sofranın
çevresinde dolanmaya başlamıştı bile.
“Hasılat nasıl
baba?”
Baba yerde hiç bulamayacağı
bir şeyi arıyordu. Dizini ovuşturarak.
“Ehh işte” dedi. “Bereketi
yok bu tarlaların.’’
Beşikteki kundaklı
bebek ağladı. Kolları iki yanına yapıştırılmış bacakları bitişik uzatılmış ve
sımsıkı bağlanmıştı. Eli kolu öylee oynamasın, aman sakın uyanmasın. Ama
uyanmıştı bebek hem de defalarca, anasının sıcak kucağında, süt kokusunda,
güvende uyumak istiyordu.
“Şehirde ne var ne
yok? Hükümet hapis oldu diyolar. Veriyolar mı maaşını?”
“Veriyorlar baba,
okullar açık.”
“Sarmadan da ye
oğlum, pekmez batır, göllü bağın üzümünden...”
“Ben misafir miyim
ana, yerim nasılsa.”
Gelin, elbisesinin
eteğini yoğuruyordu. Anası mahcup, kirpikli sahanları önüne yığıyordu.
İbrahim’in yüzünde o tanıdık müstehzi gülümseme, dudaklarında başlayıp
bitiremeyeceği cümlenin kıpırtısı.
Evin aç, tembel
kedisi yemek tahtasından ekmek çekiyor, hiç kimse pist demiyor, fareler cirit
atıyordu.
Kaçamak bakışlar, lambanın aydınlatamadığı kuytularda
kayboldu. Samimiyetsiz sessizlik, boş lakırdılarla bozulmamıştı. Ta ki ahırdaki
eşek anırıncaya dek. Eşek sustu, baba konuştu.
“Şevket sana bir
şey diyeceğim...”
“Dedin ya baba” dedi
Şevket sessizden. “Dedin ya bu kaçıncı!”
“Çok şükür senin
maaşın var.”
Kundaklı bebek yine
ağlıyordu.
“İbrahim’e malımı
bağışlamak istiyorum, senin aldıklarını da...”
Ana kucağı isteyen
bebek ağlıyordu.
“Benden ne
istiyorsun baba?”
“Bir yazı, bir helallik.”
Anasına baktı.
“Marazlı ya o,
oğlum... Üşüdün mü, tezek atayım mı ocağa?”
Ağlayan bebeğin
karnı tok sırtı pekti; anasının sıcağında güvende olmak istiyordu.
Yatılı okula
gideceği gün dedesi yalvarmıştı.
“Gitme oğul, yâd kalırsın;
hem komonost okuluymuş orası, komonost olursun; gel vazgeç oğul.”
Ocağın alevi
sönmekteydi. İbrahim’in yaktığı idare lambası yüzlerdeki aydınlığa yetmiyordu.
“Baba bunu yapma,
Çocuklarımı baba ocağına misafir etme.”
İbrahim kaşığı
sofraya fırlattı, dışarı çıktı. Arkasından da karısı. Babanın yüzü iyice karanlıkta
kalmıştı.
“Kararım karar
Şevket” dedi.
“Üşüdün mü oğlum?
Bir tezek atayım mı ocağa?”
Kundaktaki bebek
susmuştu.
Şevket yazdı, imzaladı.
Buruşturup ocağa attı. Yüzlerdeki yalancı karanlık bir an aydınlandı. Helalliği
ise yazmadan sakladı.
Horozlar uyanmadan
yola koyuldu. Kırağı düşmüş tarlalarda tohumlar üşüyordu. Çıplak üzüm bağlarında
hüthüt kuşu son türküsünü söylüyordu: Çamlığın
başında tüter bir tütün // Acı
çekmeyenin yüreği bütün // Ziya’mın
atını pazara tutun // Gelen geçen
Ziya’m ölmüş desinler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder