…“Ne zaman girdi içeriye, nasıl oldu da ben
duymadım… Hiç anlamadım. “Ne yapıyorsun sen… Pis sapık?” diyerek hışımla
üzerime yürüdü. Kızımı, biricik yavrumu kucağımdan çekip aldı. Yalnız bebeğimi
değil sanki göğsümdeki yüreğimi çekip kopardı. Bakışındaki o korkunç suçlamayı,
sesindeki o dehşet ve nefret vurgusunu, ömrümün sonuna kadar asla unutamam. Dondum
kaldım. Ağzımı açıp da tek bir laf edemedim. Olanlar hazmedilecek türden
değildi. Midem bulandı. Lavaboya koştum… Böğürerek kusmaya başladım. Odadan,
karımın çığlıkları geliyordu: “Geber inşallah! Sapık herif… ” Kızımın, çığlık
çığlığa ağlaması duyuluyordu. Boğazımı temizledim, yüzümü yıkadım. Doğrulup
aynadaki perişan suratıma baktım. Gömleğimin üstten üç düğmesi hala açıktı. Başım
döndü ama ben dünya dönüyor, ya da deprem oluyor sandım. Bacaklarım titredi; bedenimin
ağırlığını taşıyamadı… Dizlerim bükülüverdi ve yere yuvarlandım. Kendime
geldiğimde, lavabonun dibinde yatıyordum. Başım müthiş ağrıyor, alnım acıyordu.
Elim, ister istemez oraya gitti. Güçlükle doğruldum. Aynada, alnımdaki şişliğe
baktım. Kimseyle paylaşamadım tuhaf sırlarım, derin kaygılarım, acım, hüznüm,
yalnızlığım ve hepsi, alnımdaki bu şişlikte zonkluyordu sanki. Düğmeleri
iliklerken, gömleğin meme uçlarına değen yerlerinde küçük ıslaklıklar fark ettim.”
Bir arkadaşımın aracılığıyla gelen bu
müvekkilim, şimdiye kadar karşılaştıklarımdan hiçbirine benzemeyen tuhaf bir
adamdı.
“Toparlanıp banyodan dışarı çıktım. Ceketimi
alıp kapıya yöneldim. Ayakkabılarımı giyerken karım hala söyleniyordu. Kızıma
baktım, annesinin kollarında, sanki yabancı birinin kucağından kurtulmak ister
gibi çırpınıyor, kollarını bana uzatarak çığlık çığlığa ağlıyordu. Kızımızın bu
hali, karımı daha da öfkelendiriyordu. O öfkelendikçe, biricik yavrum daha çok
korkuyor, çığlıkları yüreğimi delip, araladığım kapıdan sokağa taşıyordu. Biraz
daha beklersem oradan ayrılamayacağımı biliyordum. Kendimi dışarıya savurdum.
Kapıyı hızla çekip kapadım… Dışarıda kar yağıyordu.”
Hikâyesini anlatmada oldukça ustaydı.
“ Zarife’yi severdim. Çocukluğumuz birlikte geçmişti.
Benimle, Üniversiteyi bitiriyorum diye evlendiğini düşünmüşümdür hep. Annem,
yabancı biri olacağına, akraba bir kızla evlenmemi uygun, Zarife ise,
üniversiteyi bitirecek olan bir akrabayla evlenmeyi şans sayıyordu. Gel
gelelim, mezuniyet sonrası kısa erimli bir birkaç işin dışında, doğru dürüst
bir iş bulamamıştım. Ailelerimizin tuttuğu evde, kısa sürede sıkıntılar
başladı. Kiramızı ödeyemez olduk. Kayınpederin bu gecekondusu Hızır gibi
imdadımıza yetişti. Oturduğumuz yere yakın bir tavuk çiftliğinde iş buldum. Yumurtlasınlar
diye ilaçlı yemlerle beslediğimiz tavuklar, üretkenlikleri düşünce kesime
gidiyordu. Her gün o tavuklardan bir tanesini ehven fiyatla satın alıp eve
götürebiliyordum. Nerdeyse her gün tavukla beslenir olduk. Bir müddet sonra
baktım… Tavuk tiryakisi olmuşum… Derisini seviyor, kemiklerin kıkırdak
kısımlarını kemirmekten kendimi alamıyordum. Ve bu halimden çok utanıyordum.”
Anlatımı
sempatik ve samimiydi.
“Kilo almağa başladım. Cildim taze, gergin ve
ışıl ışıldı. Vücudumdaki tüyler zamanla seyrelip kaybolmaya başladı. Tedirgin
oldum. Ancak başka bir sorun daha vardı. Karımdan utanıyor, ancak karanlıkta
yatağa giriyor, çoğu zaman da sırtımı dönerek yatıyordum. Karım, hamileliğinin
son aylarında olduğu için, İdare edip gidiyorduk. Ona karşı ilgim azalmaya
başlamıştı ve bunu örtmek ister gibi aşırı mültefit davranıyor, üzerine titriyordum.
O, bu hallerimi hamileliğine ve doğacak bebeğimize olan ilgime yoruyordu.
Sonra, sesine bir mutluluk tınısı, yüzüne
aydınlık yayıldı. Gülümseyerek konuşmasını sürdürdü:
“Karım doğum yapmış, dünyalar güzeli bir
kızımız olmuştu. Sanki herkese gülücükler dağıtıyordu. Çok sevimliydi ve ben
onu çok seviyordum.”
Bunları anlatırken yüzü aydınlandı.
“Kızımın doğumundan on üç gün sonra, işe gider
gibi evden ayrıldım ve doğruca daha önce randevu aldığım kliniğe gittim. Profesör
beni dinledi. Sorular sordu. İyice muayene etti. Kan ve Hormon tetkikleri
istedi. Hepsini yaptırdım. Bazı tahlillerin sonuçları üç gün sonra alınıyordu. Sonuçların
alınacağı güne tekrar randevu verdiler. Bu arada evde işler iyi gitmiyordu.
Karımın memeleri şişmiş, uçları çatlamıştı. Bebeğimizi doğru dürüst
emziremiyordu. Bin bir zahmetle, önce bir fincana sağıyor, sonra biberona koyup
bebeğimize veriyorduk. Hem karım çok acı çekiyor, hem de yavrumuz doğru
beslenemiyordu. Bir müddet sonra da karım sütten kesildi ve memeleri bir pınar
gibi kuruyup gitti.”
Müvekkilime birkaç saniyelik kaçamak bakışım
esnasında, uzun siyah saçlarını garip bir ustalıkla arkaya doğru savurdu. Sonra
her iki elinin parmaklarını saçlarına daldırdı ve arkaya doğru sıvazladı. Gözlerimi indirdim. Bir anlık sessizlikten
sonra, tekrar konuşmaya başladı:
“Nihayet tekrar o kliniğe gittim. Beni içeri
çağırdığı zaman onun yanında iki kişi daha vardı. Sanırım onlar da
profesördüler. Her biri kendi alanı doğrultusunda çeşitli sorular sordu.
Elimden geldiğince doğru cevaplandırmaya gayret ettim. Üstümü çıkarmamı
istediler… Çıkardım. Hayret… Hiç utanmıyordum. Her biri göğüslerimi kontrol
etti. Bu esnada memelerimden süte benzer sıvı geldi. Hayret ettiler. Bir
beherin içine sağdılar. Bir kahve fincanının yarısını dolduracak kadar o
sıvıdan örnek aldılar. Giyinip gitmemi ve ertesi günü aynı saatte tekrar
gelmemi söylediler. Endişeli ve dalgın bir şekilde eve geldiğimde, gömleğimin
ön kısmının ıslandığını fark eden karım, “Ne kadar terlemişsin canım… Git üstünü
değiştir” dedi. Bunun benim memelerimden gelen sıvıdan ıslandığını biliyordum.
Bunu ona söyleyemedim.”
Bu olağanüstü absürd bir öyküydü.
“Ertesi gün gittiğimde üçü birlikteydiler ve
beni gülücüklerle karşıladılar. Rahatlasam mı yoksa utansam mı bilemedim.
Profesör, beni oturttu ve tane tane durumu anlatmaya başladı: “Seni
arkadaşlarımla iyice inceledik. Olağan üstü bir vakayla karşı karşıya
olduğumuzu anladık. En çok tükettiğin yiyeceklerin incelenmesi bize önemli
bilgiler verdi. O ürünleri nereden, hangi marketlerden aldığını hatırlıyor
musun?” dedi. “Rahatlamıştım.”
“Tavuk eti, yumurta, çalıştığım çiftliktendi.
Domates biber, salatalık gibi zarzavat, fabrikanın bahçesinde yetiştirilen
sebzelerdi. Çoğu zaman tavuk gübresi kompostosu karıştırılarak sulanıyordu.
Yiyeceklerin çoğu, çalıştığım tavuk fabrikasının ve bahçesinin ürünleriydi.
Bütün bunları uzun uzadıya anlattım. Beni dikkatle dinlediler. Sonra “Tamam…
Anlaşıldı” dediler.
”Meğer bu hormonlu yiyeceklerle, aşırı hormonlanmışım.
Yediğimizin hepsi tüketilmemesi gereken yiyeceklermiş! Memelerimden gelen sıvı
da, anamın ak sütü gibi bir sütmüş. Birden çok sevinmiştim. Karımın sütünün
kuruduğunu ve bebeğimizi benim sütümle beslememde bir sakınca olup olmadığını
sordum heyecanla. Birbirlerine hem şaşkın hem gülerek baktılar ve o an karar
verdiler: “Elbette” dediler. O günden sonra, gizlice bebeğimi kendi sütümle
beslemeye başladım.”
“Bir
rapor ya da bir belge verdiler mi bari?”
Sorumu başıyla “evet” anlamında yanıtladı. Bu
trajikomik öykünün kahramanı delikanlı, bir gıda mağduru olarak şimdi boşanmak
ve bebeğin velayetini almak istiyordu. Raporu masama bıraktı, ofisten ayrıldı.
Hemen zarfı açtım: ”BESLENME VE HORMONAL BOZUKLUKLARA BAĞLI OLARAK JİNOKOMASTİ
TESPİT EDİLMİŞTİR.”
Bu rapor mevcut bir rahatsızlığa işaret
ediyordu fakat anlattıklarının ne kadarı gerçek ve ne kadarı kendi fantezilerinden
oluştuğunu bilemezdim. Bazı gerçekleri abartması ve bazılarını da uydurması
mümkündü. Beslenme ürünlerindeki genetik müdahalelerin, görünmeyen etkileri
neydi acaba? Bu konu üzerinde derinlemesine düşünecek ne vaktim ne de imkânım
vardı. Yine de bu tuhaf müvekkilimin hikâyesi, gıda üretim teknikleri ve katkılarının,
insanlık için ciddi sorunlar yaratabileceği konusunda beni ikna ettiğini itiraf
etmeliyim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder