GELECEK SAYI

MAYIS SAYIMIZIN TEMASI "mayıs'ta erguvandır istanbul"

18 Aralık 2016 Pazar

SESLER ve GÖZLER - Nurdan Atay


Evimizin yakınındaki büyük parkta, her zamanki bankımda oturuyorum. Uyumakla, düşünmek, düşle gerçek arasında bir yerde, kendimi güneşin yakıcılığına teslim etmişim. Gözlerimin önünden sesler geçiyor, martı çığlıkları, yavru kedi miyavlaması, bir bebek ağlaması, genç bir annenin telaşlı ancak şefkat dolu sesi. Durmadan yenileniyor sesler; şimdi çocuk kahkahaları, liseli ergen kız gülüşleri. Benim de dudaklarım gülümsemeye meyilli, hafifçe yayılıyor. Bir düş misali, aklıma üşüşenleri yaşayabilsem; seslerin peşine takılıp tüy gibi uçsam, kuşların kanatlarına tutunsam, çığlık atan martılara katılsam, bilmediğim tanımadığım uzak diyarlara ulaşsam, çocuklar gibi tasasız, mutlu gülebilsem. Denizden esen lodos, sokak aralarından dolaşıp buluyor beni, kucaklaşıyoruz. Yanımda çok kalmadan, yanağıma hafif bir öpücük kondurup gidiyor. Oturduğum bankın arkasındaki ağacın yapraklarına dolanmış olmalı, yapraklar küçücük seslerle hışırdıyor. Bir tatlılık, bir nağme var bu seslerde. Ağaçtan ağaca sıçrıyor sesler, sonra onlara kokular ekleniyor. İşte bu ıhlamur ağacının kokusu, arada onu kıskanan leylağın kokusu da geliyor. İçim baharla doluyor. “Ah ağaçlar, bahar geldi artık, mutlu musunuz?” diyorum. İçimden söylediğimi sanırken, yüksek sesle konuştuğumu, “Ağaçların hışırtılarından mı çıkardınız bunu?” diye yanımda biri sorunca fark ediyorum. Genç, etkileyici bir ses. Sesin sahibi yakışıklı olmalı diye düşünüyorum nedense. Birden düşündüklerimden utanıyorum. Yanaklarıma pençe pençe sıcaklık yayılıyor. Yabancılarla konuşmaktan oldum olası çekinirim. Onların önyargılarıyla uğraşmayı uzun zaman önce bıraktım.
“Yok bir şey demedim, kendi kendime konuşuyordum” diyorum kırıcı olmadan, biraz mesafeli ama kibar bir ses tonuyla.
“Özür dilerim, sizi rahatsız etmek değildi amacım. Böyle birden atlamış gibi oldum ama doğa seslerini kaydederim de ben, esen rüzgârla gelen melodiyi duydum. Kaydedemedim ama bir kişinin daha fark ettiğini görünce tarifsiz bir heyecana kapıldım... Hay allah... Rahatsız ettiysem özür dilerim... Gerçekten. Bu sesleri çoğu insan duymaz. Duyan birine rastlayınca…”
“Rica ederim, sorun değil” diyorum. Sesleri benden sorun, kimse benim kadar bilemez desem. 
“Neden doğa seslerini kaydediyorsunuz?” diye soruyorum. İlk kez birine, böylesine kendiliğimden soru soruyorum. Nedir bendeki bu heyecan? Oysa konuşmasam devam etmesem... Görmeyen gözlerim güneş gözlüğünün ardında saklı, başım sesin geldiği yöne dönük.
Benim konuşmam ona cesaret vermiş olmalı ki “Baştan alalım o halde. Merhaba, ben Ümit” diyor.
En korktuğum şey geliyor başıma. Elini uzattı, hissediyorum bunu. Keşke ellerin de sesi olsaydı. Ama yok işte. Umutsuzca ben de boşluğa doğru uzatıyorum elimi. Bu kez iki el elimi avuçlarının içine alıyor. Elleri büyük ve sıcacık. Hiç bırakmasa…
“Merhaba, Sevgi ben”
“Çok memnun oldum. Doğanın sesleri, yaptığım müziğin kaynağı. Onlar benim ilham kaynağım.”
“Bu parka ilk gelişiniz mi?”
“Evet, maalesef. Keşke daha önce gelmiş olsaydım”
Neden demek istiyorum, neden? Ağaçlar her yerde aynı konuşmuyor mu? Sormuyorum. Bekliyor, bunu hissediyorum. Devam edemem.

Birden köpek havlamasıyla irkiliyorum. Koşa koşa gelen o ses çok tanıdık. Ayaklarımın dibinde sevilmek için bekliyor, patisini dizime koymuş. Kulağına bir şeyler fısıldıyorum. Yanağımdan yalayıp teşekkür ediyor. İnsanlarla konuşmayı sevmem, ama ağaçla, çiçekle, hayvanlarla, eşyalarla konuşurum, en çok da kendimle. Yanıt beklemeyi sevmem. Karşılıksızdır bu konuşmalarım. Ben anlatırım, onlar dinler. Kendimle konuşurken de böyledir bu. Kabulleniş dinginleştirdi beni. Yalnızlığı tercih ettiğimden beri, yaşadıklarımı değiştiremeyeceğimi anladığımdan beri böyleyim. Artık kimseye kapılarımı açmam derken Ümit bir melodi mırıldanmaya başlıyor, bir yandan da kaydını dinletiyor bana. Öyle sıcak, öyle içten ki sesi.
“Sevdiniz mi?”
“Evet, çok güzel.”
“Biraz da çocuk bahçesinde ses kaydı yapacağım, gelmek ister misiniz?”.
“Ben burada iyiyim, teşekkür ederim” diyorum.
Ne bekliyor? Niye gitmiyor?
“Sizi tekrar görmek isterim” diyor.
Görmek!..
“Mümkün değil, ben arkadaşımı ziyarete gelmiştim. Bu akşam da İzmir’e dönüyorum”
Bu yalanların anlamını bilmiyorum, aklıma bu lafların nereden geldiğini de. Anlasın istiyorum, anlamasın da. Zorlasın, sorular sorsun bana.
“Peki, sizi daha fazla rahatsız etmeyeyim.”
Gitme, bırakma beni. Oysa bu sese şu saniyeden sonra hasret kalacağım, biliyorum.
“İyi günler”
Bu kadar mı? Dinliyorum aletlerini toparlamasını, dinliyorum ayakta uzunca bir süre bana bakmasını, dinliyorum arkadaşım, sevgilim olabilirdin düşüncesini, dinliyorum başlamadan biten bir aşkın vedasını.
Ayak sesleri uzaklaşıyor yanımdan. Avucumdaki son anda bıraktığı kâğıdı sıkı sıkıya tutuyorum, telefonumu yazıyorum yine de dedi. Usulca cebime bırakıyorum ümidimi. İlk kez bir kadın gibi hissediyorum. Güzel bir kadın gibi... Nasıl görünüyorum onu bile bilmiyorum. Anneme göre bir meleğim. O benim, en çok saçlarımı sever. Çağlayan gibi akıyor omuzlarından der hep. Sesi üzgündür annemin. Geceleri mutfakta sigara içer. Kokusunu alırım. Bazen ağlamalarını duyarım. Benim yanımdayken, hiç ağlamaz, sigara da içmez. Hep sevecendir. Bir kere bile bağırmamıştır bana. Babasız büyüttü beni. On yaşındaydım babam gittiğinde. Dayanamıyorum artık diye bağırmıştı. Ondan duyduğum son sözlerdi bunlar. Sesi hâlâ kulaklarımda. Neydi dayanamadığı; annem mi, ben mi, yaşadıklarımız mı? Hiç öğrenemedim. Anneme sormuştum o zamanlar, saçlarımı okşayıp unutacağız bir tanem, yokmuş, olmamış gibi yaşayacağız demişti. İçimde hep bir umut taşıdım bir gün gelecek diye. Gelmedi. Annem de düşünüyor mudur onu? Bir insan silinebilir mi hayattan? Ah, silmek kolay olsaydı, geriye dönmek, düzeltmek, önlemek anlık hataları. Ben affettim babamı oysa. O an değil tabii. Çok uzun yıllar sonra. Bilse affettiğimi döner mi? Dönmesin bundan sonra. En zor anlarımda yanımda olmayan, bencil bir adam o. Affetsem de, geçmedi kızgınlığım. Hayır, yaptığı kazayla, bir daha göremememle ilgisi yok kızgınlığımın; dayanamayışından, korkaklığından, terk edişinden, kaçışından. Yanımda olabilirdi. Zor zamanlarımda elimden tutabilirdi. Geceleri ağlarken saçımı okşayabilirdi. Benimle ağlayabilirdi. Yapmadı. Yapamadı. O günden sonra bir daha ondan hiç söz etmedik. Sözcükler hep bir düğüm olup kaldı boğazımda. Onları kusamadım, hep yuttum. Hep yuttum her kelimeyi. Ergenliğimi yaşarken, kelimelerin yerine bedenimi kullanmayı öğrendim. Yüzlerini, ellerimle tanıdığım, sesleriyle arzularını öğrendiğim erkekler, yalnızlığımı, terk edilmişliğimin ıstırabını dindiremedi. Benim acı çığlıklarım, onların zevk çığlıklarıyla harmanlandı. Dağlandı yüreğim her seferinde. Onlar sevmedi beni, ben de onları. Sadece istedikleri bedenimdi. Verdim. Neresi uygunsa orada... Fahişeliğe mahkûm biri gibi… Bir kereden fazla olmadı hiçbiriyle. Belki utandılar, belki acıdılar, belki de nefret ettiler. Aramadılar hiç, peşime düşmediler, özlemediler. Ben de onları...
Artık o isyanlarım yok. Hepsini söküp attım içimden. Annem hiç bilmedi. Bilmeyecek de. Kaç kez öldüm, kaç kez dirildim. Annemin sesiydi beni yaşama bağlayan, şu ıhlamur ağacının sesi, şu çocuğun sesi, şu köpeğin sesi.
Yavaş yavaş eve dönmeli. Annem bekliyordur kapıda. Daha fazla meraklandırmak olmaz. Sevgili parkım bekle beni, yarın tekrar geleceğim. Seslerinizi, kokularınızı saklayın hepiniz. Kim bilir belki yarın çocuk bahçesine de gidebilirim. Kim bilir belki, Ümit!...


SES - Nezir Suyugül

                                                                         
Cuma, haftanın son iş günü. Pazartesi yılın son günü. Öğleden sonra parti yapılacak şirkette, her yıl olduğu gibi. Elimdeki işleri bu akşam bitirmeliyim ki, hafta sonunu kafamı dinleyerek geçireyim. Bir yılın tortusu iki günde eritilebilir mi? Olsun, yine de deneyeceğim. Partiye kafam dinç gitmeliyim.

Firmamıza ait dev gökdeleninin otuz üçüncü katındaki odamdayım. Yüksek işlem kapasiteli kişisel bilgisayarımın ekranındaki sayılar kalabalığına bakıyorum son iki saattir aralıksız. Gözlerimde bir batışma başladı. Normal. Gözünü kırpmadan ekrana kilitlenirsen olacağı budur. Yüzüme su çarpmak için dışarı çıktım. Çalışanlar hareketlenmeye başlamıştı. Bugün de erken kaçacaklardı, her Cuma olduğu gibi. İlk memuriyetim geldi hatırıma. Ben de böyle mi yapardım, erkenden kaçmak için. Asla. En son ben çıkardım. Kaç tane takdirname aldığımı unuttum. Sonra özel kuruluşa geçince faydasını gördüm. Patronlar akıllı adamlar. Sonunda finans müdürlüğüne kadar yükseldim. Sadece yönetim kuruluna karşı sorumluyum. Bu akşam yıl içindeki hareketliliğin dökümünü yapıp masalarına koyunca yıl sonu özel primini hak ettiğimi anlayacaklar.
              
Temizlik personeli bile erken başlamıştı bugün. Saate baktım, öğleni çoktan geçmiş, üç olmuş. Dörde doğru neredeyse kimse kalmayacaktı. Çalışan kızlar mutlu bir telaş içinde koridorda koşuşturuyor... Kısık sesli konuşmalar, küçük gülüşler odama kadar geliyor. Gençlik işte. Bir saat erken çıkmayı mutluluk sayıyorlar. Kararan ekranı yeniden açtım. Tüm rakamlar üstüme hücum etti. Alışığım rakamların üstüme gelmesine de, nereye kadar diye düşündüm bir an. Yaşım geçiyor. Bir - iki küçük kaçamak dışında yuva kuramadım. Bu da benim kaderim diye katlandım. Yapacak bir şey yok. Armudun sapı, üzümün çöpü dersen sonunda olacağı bu. Bu arada işin yarısını bitirmiştim ki, kapı çalındı. Girin dedim gırtlağımı temizleyerek. Pür makyaj yönetici sekreter Ayfer hanım göründü. Bir taç gibi kabarttığı saçlarıyla başını uzatarak, iyi akşamlar Kıvanç bey, dedi; ben çıkıyorum. Bir arzunuz var mıydı? Hiçbir ricam yok diye cevap verdim. İyi akşamlar size. Teşekkür edip çıkarken yüzündeki gülümseme içimi ısıttı. Kapıyı kapatırken son gördüğüm yüksek ökçeli siyah rugan ayakkabısı oldu. Daha sonra kararlı adımlarla uzaklaşan ayak sesleri. Arkasında hafif bir parfüm kokusu bırakmıştı. Başımı ekrandan kaldırdım. Sesleri dinledim, kısa süre sonra koridordaki telaşlı akşam gürültüsünde kayboldular. Firmadaki hiçbir kadınla gönül maceram olmamıştı. Buna özellikle dikkat ediyordum. Ama bu kadın başkaydı. Ne zaman karşılaşsak yüzündeki gülümseme farklıydı. Yoksa bana mı öyle geliyordu bilemiyorum. Bir ara patronlardan biriyle adı çıktı denmişti. Fakat bu dedikodu fazla uzun sürmedi. Aslı varsa her iki tarafı da tebrik etmeli. Alımlı, olgun bir kadın. Ortadan biraz uzun boylu, balık etinde. Erkeklerin arzu edebileceği bir tip. Ama ben, dedim ya o taraklarda bezim yok. Olsa olsa uzaktan ciğere bakan kedi misali. Erkek milleti arkadaş, olacak o kadar diyerek ekrana yoğunlaşmaya çalıştım. Son çalışanlar da gitmiş olmalıydı. Koridora derin bir sessizlik çökmüştü. Aşağıda güvenlik, yukarıda ben kalmıştık. Odamda sessizlik hâkimdi, klavye sesini saymazsak. Sıkı çalışırsam saat dokuzdan önce bitirebilirdim yıllık dökümü. Pazartesi sabahı yönetim kurulu başkanına vereceğim rapor hazır olurdu. Yaklaşık iki saattir çalışıyordum. Sırtımda bir ağrı vardı. Doğruldum oturduğum yerde. Geriye doğru vücudumu esnettim. Karnım da acıkmıştı. Telefon edip yemek söyledim. Gözlerim yanıyordu. Ayağa kalktım. Odada bir tur attım. Bacaklarım keçeleşmişti.

Yüzümü yıkamak için gittiğim lavabodan dönerken asansör sesi koridora yayıldı. Yemeğim geliyor olmalıydı. Yanılmamışım. Aldığım paketi açarak yemeye başladım. Yarısına gelince tıkandım. Herhalde hızlı yemiştim. Ara verdim. İkinci masadaki tüm sistem verilerini içeren ana bilgisayarı açtım. Muhasebedeki çocuklar iyi çalışmışlardı. Yıllık veri tabloları karşımda duruyordu. Son bilgileri kişisel bilgisayarıma aktarmak için gönder tuşuna basmak üzereyken bir ses duydum sanki. Elimi çektim klavyeden. Ne yalan söyleyeyim biraz ürpermiştim. Rüzgâr sesi, damlayan su sesi, belki bir gece kelebeğinin kanat sesi. Değildi. Hiçbiri değildi. Tam anlayamamıştım ne sesi olduğunu. Farklı bir sesti bu. Kımıldamadan oturdum. Sesi bir daha duymak istiyordum. Duyduğum sadece kendi nefes alış verişimdi. Saatime baktım. Bana oldukça uzun gelen beş dakika geçmişti sadece. Yeni bir ses gelmedi. Yanıldığımı düşünerek ana bilgisayardaki tuşa bastım. Veriler belli bir hızda kişisel bilgisayarıma akmaya başladı. Arkama yaslanıp transferin bitmesini bekleyecektim artık. Koridora çıkıp otomattan bir kahve aldım. Birkaç yudum içtim. Biraz daha bekleyip içeri girdim. Transfer tamamlanmıştı. Kişisel bilgisayarımın başına geçtim. Tüm içeriği sıkı sıkı kontrol ettim. Bir eksiklik ya da hata görünmüyordu. Mükemmel bir iş çıkarmıştım. Saat bu arada dokuzu geçmişti. Yazıcıya gönderdim. On saniye sonra yazıcı cızırtılı bir sesle çalışmaya başladı. Yüz sayfa basılacaktı. Nereden baksan on dakika sürer. Kahvemi bitirmiştim. Ayaklarımı pencere kenarındaki kalorifer peteğine uzatıp arkama yaslandım. Yazıcının sesini dinlemeye başladım.

Neredeyse duyduğumu sandığım sesi unutmuştum. Bu defa daha net duydum. Birisi yürüyordu. Oturuşumu bozmadan dinlemeye başladım. Bu ses topuklu bir kadın ayakkabısından geliyordu. Yavaş yavaş hatta dura dura yürüyordu. Ayak sesleri gittikçe daha net duyulmaya başladı. Yaklaşıyordu. Tam yerimden kalkacaktım ki, ses birden kesildi. Oturmaya devam ettim. Az sonra benim odama yakın bir ofisin kapısı açılıp kapandı. Koltuğumda çakılı kalmıştım. Bu saatte kim olabilirdi? Merakımın yerini tedirginlik alıyordu. Güvenliği arasa mıydım? Vazgeçtim. Kıvanç bey sizden başka kimse yok ki binada, diyeceklerini biliyordum. Öyleyse duyduğum bu ses neydi? Ne olursa olsun diyerek kalktım yerimden. Koridora çıktım. Kimse yoktu. Odama döndüm. Basılmış kâğıtları yazıcıdan çıkarıp ayrı ayrı zımbaladım. Dosyalarken ayak seslerini yine duydum. Odama doğru yaklaşıyordu. Acaba kimdi bu ayak seslerinin sahibi? Gecenin bu geç vakti ne arıyordu binada? Merakım korkuya dönüştü bir anda. Son zamanlarda okuduğum polisiye kitaplar ve izlediğim filmler geldi aklıma. Yok canım dedim kendi kendime. Gülmeye çalıştım. Olmadı. Ne olursa olsun diye yerimden fırladım. Kapıya gelmeden ayak sesleri yine kesildi. Durdum, odadan çıkamadım. Biraz bekledim. Yerime otururken kararlı adımlar atan ayak seslerini yeniden duydum. Evet, bu tarafa doğru ilerlediği kesindi. Her kimse o, burada odamda karşılayacaktım. Önümdeki işe yoğunlaştım. Kapıya bakmayacaktım. Raporları dosyalamaya devam ettim. Ellerim titriyordu. Ağzım kurumuştu. Bir yudum su içtim. Ayak sesleri iyice yaklaştı. Şimdi tam kapının önündeydi. Başımı kaldırıp yüzüne bakamıyordum gelenin. Fakat siyah rugan ayakkabıları görüyordum. Bu oydu: Ayfer hanım! Ne işi vardı bu saatte? Nasıl girmişti içeriye? Güvenlik hiçbir bilgi vermemişti. Oysa cin gibi çocuklardı hepsi.

Hâlâ yüzüne bakamıyordum. Masama yaklaştı. Kokusunu tanımıştım. Giderken odamda bıraktığı koku. Bu ne çalışkanlık Kıvanç bey, dedi; çok yoruyorsunuz kendinizi. Sesim çıkmıyordu. Artık oturduğum koltuğun yanındaydı. Soluğunu duyabiliyordum. Elini omuzuma koydu. Eğilmiş olmalı ki, ılık nefesi ensemdeydi. İçim bir tuhaf oldu. Yüreğimde birkaç yıldır ona karşı duyup da bastırdığım hisler birden canlandı. Ayfer hanım bu saatte çalışmak için gelmemişti. Unuttuğu bir şeyi almak için de. Acaba onun bana karşı şimdiye kadar söyleyemediği hisleri vardı da fırsatını bu akşam mı bulmuştu? Tedirginliğim tatlı bir heyecana dönüştü. Şimdi masanın üzerindeki evrakları elimin tersiyle yere atıp yıllar önce seyrettiğim Postacı Kapıyı İki Kere Çalar filminde olduğu gibi bir çılgınlık yaşayabilir miyiz, diye düşündüm bir an. Hâlâ yüzüne bakmamıştım. Burun deliklerinin ihtirasla açılıp kapandığına eminim. Ağzı da yarı aralık olmalı, dudakları ıslak. Hiç beklemediğim, fakat zaman zaman hayal etmekten de geri durmadığım bir fırsat yanı başımdaydı. Artık geri dönüşü yoktu bu ânın. Gittiği yere kadar gidecekti. Anlaşılan bizim yeni yıl kutlamamız erkene alınmıştı. Yavaşça oturduğum sandalyeden kalktım. Tam arkamda duruyordu. Ayfer hanım beni çok mutlu ettiniz bu gece diyerek sarılmak üzere döndüm.

Aman Allah’ım o da ne!? İçeride kimse yoktu.  


        


                                                                 





KARŞILAŞMA! - Cemal Çalımer


Fırından ekmeğini almış köşeyi henüz dönmüştü ki, karşılaştılar. Birbirlerinin ilkokuldaki aşklarıydılar. Şimdi her ikisi de yalnız ve yaşlıydı.
-        Günaydın, gökte ararken yerde buldum seni.
-        Ben de seni alıp götürmek için gökten indim.
El ele tutuştular, bir anda zamanı ve mekânı aştılar. Artlarına baktıklarında fırının köşesinde, elinde ekmeğiyle yığılıp kalmış yaşlı bir adam boş gözlerle onlara bakıyordu.

                                                                                                                               Nisan 2016 İçmeler

HER GÜNE "1" MEKTUP - Yeşim Narter


Sayın Hocam, (Aslında ‘Sevgili Doktorum’ demek geçiyor içimden ama burada herkes size böyle hitap ediyor, şimdi ben öyle dersem ayıp olur.)

Bu size yazdığım 14. mektup. 13.’yü yırtıp attım. 13 uğursuzdur bilirsiniz siz de. Herkes bilir. Siz mi bilemeyeceksiniz, benimkisi de laf işte! Diğerlerini sakladım. Size vermemi istediğinizde sakladığım yerden çıkarıp kendi elimle vereceğim. (O kaypak bakışlı hastabakıcı habire beni izliyor mektupların yerini bulmak için.) Bu hastaneye gelişimin 7. günü gördüm sizi. (Ben hasta falan değilim aslında, buraya neden zorla getirdiler ki beni?) 7 benim uğurlu sayımdır, sizi ilk defa o gün gördüğüme göre siz benim hayatımda uğurlu biri olacaktınız kesin! İşte bu yüzden sizi izlemeye, yolunuzu gözlemeye başladım. (Bunları 1. ve 7. mektubumda da yazmıştım ama olsun, 14.’de yazmaktan zarar gelmez. Belki 1. ve 7.’yi veremem size ama bu 14.’yü verebilirim, o zaman bu önemli bilgiyi yazmadan geçmek olmaz. Hem 7 benim uğurlu sayım olduğuna göre 7’nin katları da uğurlu sayılır.) İşte o gün, sizi beyaz gömlekle ilk kez gördüğümde bir meleğe benziyordunuz. 7 pencereli koridor boyunca yürürken -pencereleri defalarca saydım ordan biliyorum- gözlerimi sizden alamadım. (Aaaaa, bakın işte! 7 pencereli koridorda 7. gün gördüm sizi! Bu rastlantı olamaz! 7 benim uğurlu sayımdır demiştim ya.) Beni laboratuvara götüren o hastabakıcı da yanımdaydı. Tek başımıza yürümemize izin vermiyorlar o koridorda. O hastabakıcının kaypak bakışlarına sinir oluyorum. Haz etmiyorum işte o adamdan (beni izliyor devamlı). Yanımızdan geçip öbür tarafa doğru uzaklaşıp gittiniz. Tam o sırada yerdeki o kâğıt parçası ilişti gözüme, hemen eğilip aldım el çabukluğuyla. Siz usulca yere atmış olmalıydınız ben alayım diye. Bana bu boş kâğıt parçasıyla bir işaret vermiştiniz, işte o günden sonra size mektup yazmaya başladım. Her gün 1 mektup. (1 mektuptan fazlasını yazmamı isteseydiniz, o sayıda kâğıt parçası atardınız yere). Bu 14. mektup olduğuna göre 14 gündür sizi tanıyorum. Size âşık olmak için yeterli bir süre bence. Sizi bilmem ama ilk bakışta aşka inanırım ben. Zaten o partide de öyle olmuştu. İlk bakışta âşık olmuştum o kıza. Beyaz bol bir tişört giymişti, jiletle kesik kesik ince uzun pencereler açılmış gibi duran beyaz bir tişört. (O, yerde yatarken kesikleri saymıştım, tam 13 taneydi, uğursuz rakam işte!) Bacaklarında da yer yer yırtık, mavi-beyaz bir kot pantolon vardı. Siyah, uzun, parlak saçları, omuzlarından aşağı büklüm büklüm dökülüyordu. Barda oturuyordum ben. İçkimi içerken onu seyrediyordum. Pistte tam önümde dans ediyordu. Neon ışığın her geçişinde fosforlu bir mora dönüyordu tişörtü. Ateş böceği gibi aydınlık saçıyordu. Başını sağa sola sallarken uçuşup havalanan saçlarının bukleleri birbirine dolanıp dolanıp ayrılıyorlardı. Sanki her bir çift bukle, kendi müziğiyle başka bir dans yapıyor gibiydi. Hani adamla kadının bacakları kanca gibi birbirine dolanır, sonra kadının bacakları havada uçuşur, kadınla adam birbirlerine bir sarılıp bir uzaklaşır, adam kadının üstüne üstüne yürür, kadın geri geri gider, neydi o dans? Hah Tango! Tango yapıyordu sanki her bir çift siyah bukle. (O dansı bir filmde görmüş çok etkilenmiştim. Yaşlı bir tango hocası vardı. Rakamlarla ritm veriyordu 8 adımlık dansa, uno, dos, tres, quadro,.. 1, 2, 3, 4,..  tam bana göreydi, çünkü ben de rakamların üstadıyım!). Kız hızla döndü, koluma çarptı. Ben ayağa kalkıp ona doğru birkaç adım atmış olmalıyım, yoksa o mu bara gelmişti? (Evet, evet, sanırım öyle oldu. Benim oturduğum taburenin yanında ayakta dururken siyah saçlarından burnuma dolan şefkat kokusuydu...) Bir kadeh kırmızı şarap istemişti. İçki döküldü, tişörtü pantolonu kırmızıya boyandı. Yoksa daha önce mi kırmızı olmuştu tişörtü... Üzerindeki kesikler de kırmızıydı, 13 kırmızı kesik... İçtiğim haplar zihnimi bulandırıyor, tam hatırlayamıyorum, hangisi ne zaman oldu? Hangisi önceydi, hangisi sonra? Hangisi 1, hangisi 2 numara?  O züppe bozuntusunun kızın saçlarıyla oynaması mı önceydi, şarabın dökülmesi mi? “Hoooopp sana da ne oluyo ya!!!!” diyen kız mıydı, o züppe mi? O dökülen şaraptan önce mi içmiştim o bir şişe viskiyi, sonra mı? O kesikler kırmızı olduğunda, elimde sustalı var mıydı, yok muydu? İnanın Sayın Hocam, hiç sıraya sokamıyorum bu olayların akışını. Bu haplar yüzünden. Dünkü hapı yutmadığımı size söylememde sakınca yok. Dilimin altına sakladım, yutar gibi yaptım ama yutmadım. O kaypak bakışlı siyah suratlı hastabakıcı odadan dışarı çıkınca tükürdüm hapı. Ayağımla bir güzel ezdim, yatağın altına itekledim kırıntıları, tozları. Ama sadece dünkü hapı yutmadım çünkü o 13. haptı. Ne diyordum, hah tamam, o olayları tam olarak hatırlayıp sıraya sokamıyorum diyordum. (Acaba 13. hapı yutmadığım için olabilir mi?) Oysa rakamlar, sayılar, sıralamalar benim uzmanlık alanıma girer, taaa çocukluğumdan beri üstelik. Örneğin bizim evimizde alt kattaki salondan üst kattaki yatak odalarına çıktığımız merdivenin tam 11 basamağı vardı. Aaaaa ne tesadüf, ben o zaman tam 11 yaşımdaydım. Bak bunu hiç düşünmemiştim. Her ikisinin de 11 olması arasında bir ilişki vardır mutlaka. Neyse, onu sonra düşünüp bulurum nasılsa. İşte o evimizdeyken, yani o gün okuldan o evimize geldiğimde (sonra o evimize bir daha gelmedim ben, anneannemin evinde kaldım ondan sonra, onun için bu bilgiyi veriyorum), o basamakların her birinde siyah saç bukleleri vardı. O zaman saymıştım, tam 11 bukle vardı. Üst kata çıkarken saymıştım, her bir saç buklesini elime alırken saymıştım. Ondan sonra ben sayı sayma uzmanı oldum, öyle çok çok çok sayı saydım ki... Babamın elinde makas vardı, yatakta uyuyan annemin buklelerini kesip kesip kesip yatağın üstüne yan yana, yan yana diziyordu, sırasıyla düzgün düzgün koyuyordu.  Annemin üzerindeki tişört kırmızıydı... kıpkırmızı... (ama ama ama o sabah beni okula gönderirken beyazlar vardı üzerinde, hem annem kırmızıyı hiç sevmezdi ki, niye kırmızı giydi? hiç hiç hiç anlamadım.) Ben ben ben, işte o günden sonra sonra sonra, yumruğumun içinde sımsıkı tuttuğum siyah siyah siyah saç bukleleriyle yatak odasının aralık kapısının önünde hiç sesimi çıkarmadan durup durup durup, uyuyan annemi seyrettiğim günden sonra, onu da, babamı da bir daha görmedim. Sonra sonra sonra, ne oldu sonra? Hatırlamıyorum. Tekrar okula okula okula gitmeye başladıktan sonra anneannemin evinde kaldım hep. (Okula niye bir süre gitmedim ki? Nerdeydim? Ne yapıyordum?) Anneannem gizli gizli ağlar, yanına gittiğimde susardı. Ben hiç ağlamadım ama. Annem babam uzun bir yolculuğa çıktılar ama bekle gelecekler dediğimde, bana sarılıp sarılıp yine ağlardı. İnanmadı hiç bana, gelecekler dedim inanmadı. Ağladı ağladı öldü... Sonra ben ben ben, başka bir yerde kaldım. İsli puslu binalar arasında hapsolmuş, demirden yüksek sivri parmaklıkları olan (69 tane, her gün saydım) karanlık bir avlusu vardı. Koğuş gibi bir yatakhanesi vardı. (Orası okul muydu? Hiç okula benzemiyordu...) Bilmediğim bir dilde konuşuyorlardı o kendilerine  sör, madam, mösyö denilmesini isteyen öğretmenler. Ben de öğrendim o dili sonunda, mecburen öğrendim...  Ama ama ama kendi dilimle okumayı yazmayı daha çok sevdim hep. Çünkü kendi dilimle yazarken noktaları, virgülleri, parantezleri ve diğer şeyleri eksik, yanlış koyunca, o öğretmen kızmazdı, düzeltirdi. (Bu mektubu da size kendi dilimle yazıyorum, noktalama işaretlerini falan hepsini koyaraktan ama aceleden koymadıklarımın kusuruna bakmayın). Sayın Hocam, bu mektubuma burada son vermem lazım çünkü duvardaki saat 12’ye 10 var. 12 olmadan mektubumu yazmış bitirmiş olmalıyım çünkü benden her gün 1 mektup yazmamı istediniz. Saat 12’yi geçerse, bugünün mektubunu yazmamış sayılırım sonra. Yarınki mektubumda (yani 15. mektupta) buluşmak üzere hoşçakalın Sevgili Doktorum (artık mektubun sonunda  ‘Sevgili Doktorum’ dememe izin vardır herhalde).


İmza: 7. koğuştaki hayranınız
(Aaaaa bakın! Benim kaldığım koğuşun numarası da 7, tam da benim uğurlu sayım.)

GÜMÜŞ AYNA - Yasemin Pforr


Gümüş bir ayna kaldı geriye ondan…
Üç çocuk, beş torun…
Bir de hayalleri.

Çantasından yola fırlamış ayna. Pazardan dönüyormuş. Yerlere saçılmış zerzevatın arasından parlıyordu. Arkası gül kabartmalı, saplı, küçük bir şey. Burada mı almıştı yoksa yanında mı getirmişti? Belki de aile yadigârı. Bilmiyorum ama onu hep o aynaya bakıp rujunu tazelerken hatırlıyorum. Evde de olsa, sokağa da çıksa ruju eksik olmazdı dudağında. Hep aynı ruj; pembe… Hayallerinin rengiydi sanki. Bir gazeteyle örtülmüş, kuruş kuruş biriktirerek memleketinde yaptırdığı ev bittiğinde geri dönüp o evde yaşama hayali… Çocuklarıyla, torunlarıyla beraber bir Noel yaşama hayali.

Polis evin beyine ulaşmış, o da en yakın ben olduğumdan bana haber vermişti gitmem için. Eli kolu pazar torbalarıyla dolu, karşıdan karşıya geçerken araba çarpmış. Görmemiş arabayı… Öyle diyor çarpan. Korna çalmış, selektör yapmış ama “Kadın öyle dalgın dalgın yürüyordu ki, duymadı” demiş ifadesinde. Frenleri tutmamış arabanın. Çarpıvermiş. Ölüvermiş… Bu kadar basit işte yıllardır çabalanan hayalin bir anda gökyüzüne uçuvermesi… Bir saniyelik iş.

Komşu ailenin yanına girdiğinde birkaç sene olmuştu Türkiye’ye geleli. Yeni doğmuş bebeklerine bakıcı arıyorlardı. Çat pat Türkçe öğrenmişti. Yıllar sonra Türkçeyi daha da iyi öğrendiğinde bile gitmemişti o Rus aksanı. Neredeyse Türkçe gazete, kitap okuyacak kadar öğrenmişti dili. Yirmi senede kim öğrenmezdi ki! Kitap okurdu çok. Bulabildiği Rusça kitapları alır, gerekirse bir daha bir daha okurdu. Allah’tan evin beyi Rusça konuşulan bölgelerle iş yapıyordu da, her gidişinde getiriyordu birkaç tane. İş yaparken radyoyu açardı muhakkak. Öyle yetişmişti, müziksiz yapamazdı. Annesi radyoyu açık tutarmış bütün gün. Dinyeper kıyılarında az mı vals yapmıştı gençliğinde.

Daha geçen hafta davet etmişti yemeğe. Ev sahipleri yaz tatilindeydiler. Yıllar içine uzanan bir dostluğumuz oldu. Bazen hafta sonları buluşur, beraber gezerdik Boğaz kıyısında. Çok severdi Boğaz’ı. Hüzün dolu yeşil gözleri hep gülerdi. Kırmızı kolsuz bir bluz, altına siyah pantolon giymişti. Dudaklarında gene o pembe ruj ve gözlerinde hafif makyaj. Hep renkli giyinmeye, bakımlı olmaya özen gösterirdi. Renk umut derdi, umut. Hep ayakta dimdik duracaksın, hiç kendini bırakmayacaksın. Her zamanki tatlı sert havasıyla oturacağım yeri göstermişti. Fonda gene klasik müzik. Ben anlamazdım pek müzikten, hele klasik müzikten hiç. Ondan öğrendim Tchaikovski’yi, Mozart’ı, Rahmaninov’u. Kuralcıydı. Randevulaştığımız zaman, dakikası dakikasına hazır olur, ben geç kaldığımda kızardı. Rutinleri vardı. İlk önce bir pastaneye gidilir, muhakkak bir sabah kahvesi içilirdi. Sonra Boğaz kıyısında yürüyüş, tam saat yarımda öğle yemeği. Bu evde de sanki çalışmaya gelmemiş de evin sahibi oymuş gibi, gelir gelmez kurallarını koymuştu. Uyulmadığı zaman surat asardı. Kiev’de bir tekstil fabrikasında bölüm şefiymiş. Otoritesi oradan geliyor olmalı… Belki de yıllardır Rus hegemonyası altında aldığı eğitimden. Şikâyet etmezdi Ruslardan. 1991’de bağımsızlıklarını ilân edinceye kadar kurulu bir düzenleri, belirli bir gelirleri olduğundan bahsederdi. Ne olduysa bağımsızlıktan sonra olmuş. Fabrikalar kapanmış, enflasyon almış başını gitmiş, insanlar açlık sınırında gezmeye başlayınca o da diğer herkes gibi toplamış bavulunu, gelmiş İstanbul’a. Oğlu yeni evlenmiş, torun bebek… Babasız kalmasın istedim demişti. O daha küçücük bir kızken, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ülkeyi kırıp geçen açlığa kurban vermiş babasını, ablasını… Kocasının az da olsa para kazandığı bir işi var hâlâ o sıralarda. Diğer çocukları da babaya emanet edip gelmiş iz, yurt bilmediği bu topraklara.

Kocam hastalanıp ölüverdi, ben geldikten birkaç sene sonra, diye anlatırdı. Çalıştığı aile izin vermiş vermesine ama vize sorunundan gidememiş kocasının cenazesine. Ağlamaz, sadece gözleri nemlenirdi. İnsan şaşırırdı dirayetine. Burada kazandığı para ailesinin geçimini karşıladığından dönememiş de. Kardeşleri ağabeylerine emanet yeni bir düzen başlamış bu sefer. Seneler içinde İstanbul’a çalışmaya gelen Rus, Moldovyalı ve Ukraynalılardan oluşan bir çevre de edinmişti kendine. Noelleri, yılbaşlarını, doğum günlerini beraber kutluyorlar, hafta sonu izinlerinde buluşuyorlardı. Beraber yaşlanmışlardı... Ukrayna’da çok arkadaşım kalmadı, derdi. Hepsinin geride bıraktığı bir ailesi vardı. Hepsi yeterli para biriktirip eve dönmenin, kendilerine ait bir evde yaşamanın hayalini kuruyorlardı. Hasret ortak, hayaller ortak…

Evin hanımıyla pek anlaşamasa da, bebekliğinden beri baktığı Ali’yi torunu bellemişti. Rusça da öğretmişti ona. Birbirlerine bağlanmışlar, Ali de onu, hiç görmediği anneannesi yerine koymuştu. Anne Meliha Hanım bu yakınlıktan hoşlanmıyor, her fırsatta onu eleştirecek, söylenecek bir şey buluyordu. Zor Meliha Hanım’la çalışmak ama Ali’yi bırakamam, Viktor’u bırakmak zorunda kalmıştım zaten, derken hüzünlenir, sesi titrer, bakışları bahçedeki ağaçların üzerinde yeni açmış çiçeklere takılır kalırdı. Kocasının adıymış Viktor. Biliyorlardı sanki babalarının kısa bir süre sonra öleceğini… Çok seviyordun galiba kocanı, diye sorduğumda hemen atlar yo, yoo çok sevmezdim, sert adamdı, hizmet beklerdi çok ama gene de erkeğimdi, evimin parçasıydı. Onu özlemek demek Ukrayna’yı, ailemi, çocuklarımı özlemek demek benim için, derdi.

Orada burada kaçak çalıştıktan sonra Ali’nin ailesinde çalışmaya başladıktan bir süre sonra çözülmüş vize sorunları. O süre içinde hiç gidememiş ülkesine. Sonra, derdi beyefendi iyi çıktı da senede bir izin verdi on beş gün gitmeme ailemin yanına. Senede bir on beş gün, nedir ki! Gene de hiç yoktan iyiydi. Viktor büyümüş, çocuklar evlenmiş, yeni torunlar doğmuş seneler içinde. Viktor’un yeri ayrıydı onda. Bu belliydi.

Biliyor musun, demişti sohbetimizin birinde. En çok neyi özledim? Kendi yatağımda uyumayı. Senelerdir onun, bunun evinde, ülkeme gittiğimde oğlumun evinde, hep başka yataklarda uyudum. Sadece bana ait bir yatakta uyumak istiyorum, bana ait bir evde uyanmak istiyorum. Ali on yaşına geldiğinde başladı artık geri döneyim demelere. Ülkesinde ekonomi de düzelmiş, çocukları çalışıyordu. Biriktirdiği paralarla Kiev’in biraz dışında, yeşillikler içinde küçük bir arsa almıştı. Ufak ufak yaptırıyordu evi. Hesaptaydı hep kafası. Bir sene daha çalışsam evin dış kabası biter, bir sene daha çalışsam içini de yaparım. Öyle demişti evin beyine. İki sene sonra döneceğim. Anlaşmışlardı.

Haziran’da dönecekti, Mart’ta Ukrayna’da Rus yanlılarıyla karşıtları arasında çatışmalar başlamasaydı. Dönme dedi ailesi, buralar karışık. Dönme dedi evin beyi Ali’nin sana daha ihtiyacı var. Ev de öyle yarım hâlâ… Evdeki hesap çarşıya uymamıştı, kabası bitmiş, içi bitememişti. Dönmedi. Bir sene daha dedi. Son bir sene daha.

Artık yetmiş yaşına varmış yorgun bacaklarıyla, her Salı gittiği pazara gitmiş o gün. Asma yaprakları taze, sarma yapacakmış herhalde torbasından yerlere saçılmış yapraklara bakılırsa. Kim bilir aklında ne vardı o an. Önünde kalmış ayların hesabını mı yapıyordu, bitmiş evinin yatak odasını mı döşüyordu? Yoksa Ali’nin yaprak sarmasını ne kadar sevdiğini mi düşünüyordu?

Yüzü göğe bakan o gümüş aynada masmavi bir gökyüzü ve pırıl pırıl bir güneş görülüyordu. Sanki bütün hayalleri bu aynada toplanmış, güneş ışınlarıyla gökyüzüne savruluyordu. Görebilseydi kızardı ama gene de ağladım.


HAZ - Yurdagül Şahin

Zamanın efendisi ölüme başkaldırır hayallerim. Huzursuz bir biçimde kıvranan, içime sığmayanı beraber götürmemek için çabalar azimle beynim, bedenim.

İçimde bir ateş yakarım, bir kenara bırakır başka meşguliyetlere dalarım, dolaşırım günlerce. Unuttuğumu sandığım bir anda, hayatın içimdeki aynaya düşen yansısından göz kırpar bana düşlerim.

Duygularım mı uyutmaz, düşüncelerim mi? Kışkırtıcı bir alev dürter beni uyanırım. Bazen de en olmadık yerde, kalabalıkların içinde, yaratmanın yakıcı dudakları değdiğinde, düşerim bir kelimenin, bir cümlenin peşine. Yoldan, baştan çıkarım, tutkuyla koşarım yalnızlığıma. Dünyayı ayırırım kendimden sancılar içinde, zamanın dalından koparabilmek için yasak meyveyi, gönüllü koparım hayattan, yeniden doğmak için kaybolurum içimde.

Heyecanla tutunur mürekkebe duygularım. Kalemle kâğıt. İsteme, ürperme arası bir garip çekingenlikle, hafifleyerek dokunurlar birbirlerine. Mürekkep yürür kâğıdın hücrelerine ince ince. Küçük öpücüklerle bir düş mahmurluğunda uyanırım aşka. Beynimin haz dolu kıvrımlarında dolaşan sözcükler, şelalenin coşkusuyla akarlar, tutamam. Mürekkep şehvetle birleşir, tek vücut olur kâğıtla, döner harflere, harfler kelimelere. Kâğıtta kelimeler çoğaldıkça, benden doğana, benim dışımda var olana, bakarım. Şaşarım bu yabancılığa, mürekkeple canlanan kurmacaya.

Denemenin öğretici koynunda aklım yön verir, erişirim içtenlikle duygularımın gizlerine, keşfederim hem hayatı hem kendimi, sabırla kurar, yeniden yaratırım her ikisini. İhtirasla sınarım, çırılçıplak soyarım kelimeleri. Bir cümlenin başka bir cümleyle oyununda, yenen de ben olurum, yenilen de.

En iyiye ulaşma kaygılarım uyarır benliğimi, karşıtların kavgasında yıkar bugüne kadar oluşmuş tüm vargıları. Bazen yeniden yaratabilmek uğruna acımasızca yok eder belleğimdeki taslakların, sözcüklere dönüşmüş kâğıda düşen mürekkep izlerini. Yüreğim ağırlaştığında kâğıt bile taşıyamaz bu yükü, harfler başkalaşır, mürekkep yayılır, dağılır kara lekelere dönüşür.

Bazen de kurmacanın en güzel yerinde tutulur kalem, ucunda kurur mürekkep, harfler dökülmez olur. Kalem kazır, oyar kâğıdı, ne yapsam nafile geriye sadece sonsuz boşlukta beyaz bir bozgun kalır.

Böyle anlarda yılgınlıklarla, yorgunluklarla savaşır umutlarım.  Ayağa kalkar cesaretim, okşar, siler korkularımı hiç yokmuşlar gibi. Açıktır yüreğim incinmez, kabullenir kusurlarımı, şefkatle tamamlar eksiklerimi. Bütün ağırlıklardan kurtulur meydan okurum başarıya da, başarısızlığı da. Uzaklaşmak istesem de bırakamam, çeker beni kendine mürekkebin kışkırtıcı kokusu,  bütünlenme dileğindeki yazdıklarım, bilerek, isteyerek, tutkun teslim olurum ona her seferinde.

Taçlanma anında, kendimden geçer, eririm aşkın doruğunda. Noktayı koyup bittiğinde kurmaca, bir sonraki kavuşmanın özlemiyle ayrıldığında kalem ve kâğıt, dingin, doygun uzanırken yan yana her ikisi de, mürekkep hafifleyip kurur, ebedileşir kâğıdın üzerinde. Eros’u gücendirmek istemem ama sorarım ak saçlı bilge tarihe, hayallere yürüyen genç geleceğe: Bundan daha büyük, daha yoğun bir haz var mı yeryüzünde?

14 Aralık 2016 Çarşamba

İTİRAFNAME - Metin Çalışkan

Yüce Yetkili,

Birazdan gelecekler, kapıyı kıracaklar. Domuz bağıyla bağlayacaklar beni. Korkum yok. Hayır oldukça cesurum. Eğer yanlış da olsa bu bir yazgıysa ondan kaçmaya çalışmayacağım. Sadece bazı konulara açıklık getirmek istiyorum. Böylece benim nasıl biri olduğumu, bu geniş okyanusların ortasında, yüksek çayırlarla kaplı Işık Ülkesi’ni ne kadar sevdiğimi sizden daha yüce olan tek kişiye, Efendimiz’e iletebilirsiniz. Ben suçlu değilim. Alt kademelerde çalışan ve halkın Efendimiz’e yazdığı mektupları kontrol eden basit bir memurum. Her sabah saat altıda kalkar, Kutsal Kabuk Şiiri’ni okurum. Henüz beş, altı yaşında ezberlediğim bu şiiri tüm coşkumla okuduktan sonra yeşil ve mavi ağırlıklı resmi üniformamı giyer, işe giderim. Efendimiz’e yazılan mektupları okur içlerinden en özenli üslupla ve üstün bağlılık, sevgi duygularıyla yazılmışları seçer, bölüm şefimize yollarım. Kaç mektupta ağladığımı, sarsıldığımı tahmin bile edemezsiniz Yüce Yetkili. Mesaimin asla bitmesini istemem. Çoğunlukla bir iki saat fazladan kalırım. Eve döndüğümde Efendimiz’in ufak, tahtadan figürü karşısında ona şükranlarımı sunar, ışığın herkese yayılmasını dilerim. Yatağa girdiğimde uzun süre uyuyamam. Her yerde Efendimiz’in ihtiyar suretini, uzun boynunu, ufak başını görürüm. Uyuduğumdaysa rüyamda tek görüntü vardır. Onun, o bizi adil, eşit, özgürlükçü yöneten Efendimiz’in okyanus suyuna girdiğindeki büyüleyici, eşsiz ve tekrar tekrar dinlenebilecek bir müzik etkisi yaratan coşkulu hareketleri. Lafı çok uzattım. Apartmana yaklaşmış olmalılar. O gün o mektubun size nasıl ulaştığını bilmiyorum Yüce Yetkili. Yeryüzü Meydanı’nda Efendimiz’in altı yüz küsürüncü yaşını kutlarken böyle bir facianın olması beni intihar düşüncesine sürükledi. Hemen daireme dönüp bileklerimi kesmek istedim ancak cezamın sizin tarafınızdan verileceği düşüncesinin adil olduğuna inandım. Yine de tüm ayrıntıları bilmeniz gerek. O günkü mektupları bir gece önceden bölüm şefimize iletmiştim. Efendimiz’e methiyeler düzen, ona şükranlarını sunan satırlardı hepsi de. Siz de Efendimiz’e ve halka mektupları okurken oldukça mutluydunuz, gülümsüyordunuz ve sizi hiç gülümserken görmemiştik. Sonra son mektup. Alaycı, Efendimiz’i, sizi hatta tüm Işık Ülkesi’ni hiçe sayan o mektup. Henüz iki satırda kestiniz okumayı. Okyanuslardan sert rüzgarlar esti. Efendimiz acılarla dolu bir ses çıkardı boynunu havaya kaldırarak. Ah, keşke kırılması zor yeşil zırhına sözcükler de işlemeseydi. Siz Efendimiz’e doğru yaklaştınız. Onun söylediklerini bize tercüme ettiniz. “Bunun sorumluları derhal cezalandırılacak. Yine de mektuptaki şikayetleri dikkate alacağız.” Efendimiz son söylediklerinizi anlamamış gibi bakıyordu, anlayamazdı da çünkü ona çevirmemiştiniz. Yanınızda sizden sonraki Yüce Yetkili yani oğlunuz da vardı. O sizdeki acı ifadesine rağmen sanki gülümsüyordu. Benim suçum olmadığına inanın ne olur. Dilerseniz bölüm şefimi araştırın. Mektubu kesmem gerek, ayak sesleri işitiyorum merdivenlerde.

Yüce Işık Ülkesi adına sevgilerimle,

Efendimiz’in 1400. yansıması



12 Aralık 2016 Pazartesi

MÜŞTAK BEY - Canan Kuzuloğlu


Tıpkı efendisi! Geberip gitti ama yetmedi. Eremediği yere takke atacak ya, ardında bu mereti bıraktı, yadigâr. Hep derler ya sahibine çekermiş bunlar, diye. Aynen öyle! Al birini vur ötekine. O da öyle değil miydi? Öküz gibi üstüme gözünü diker -trenim ya ben- hapsederdi, adeta. Bir hata yapsam diye nasıl da beklerdi. Hata dediğin de kendinden menkul… Hem savcı, hem yargıç beyefendi! Neymiş efendim, o nasıl toz almakmış öyle? Sana ne lan, sana ne! Sanki hayatta bir kez bile toz almış da. Ne gezerrr? Varsa yoksa akıl versin. Herkes aptal, o akıllı ya?

Sen de öyle, pek akıllı sanıyorsun kendini, dil mi? Ne bakıyorsun öyle tip, tip? Sana diyorum sana, hey, duyuyor musun beni? Gardiyan kesildin başıma efendin gibi. Hah dolaş peşimde dolaş, ayrılma sakın kıçımdan, emi. Al bakalım işte, örtüyü sil-ke-le-mi-yo-rum, şöööyle bir dolandım etrafından, hoppp, oldu da bitti maşallah. Hani var mı toz moz ortada? Yok tabii ki. Ne o beğenemedin mi yoksa?

Peki, gel bakalım o zaman. Gel de sen yap. Görelim hele bir. Gel, gel, kaçma. Bundan sonra böyle, madem bakacaksın öyle öküzün trene baktığı gibi. Bir de nereme baktığın belli olsa. Biri Şam’da, diğeri Bağdat’ta maşallah! Hah ver bakalım patini, ohhh pekiyi oldu, temizlikçi güzeli. Bak ben sana öğreteyim şimdi. Patini şu bezin üstünde tut, hah tamam aynen öyle, şimdi kuvvetle bastıra, bastıra sil bakalım. Salak, öyle mi dedik? Bastır diyorum sana, daha kuvvetle. Bakma öyle dik, dik. Bundan sonra böyle, dikersen gözünü üstüme, doğru iş başı, anlaşıldı mı? Hadi bakalım naş, naş, şimdi.

Dirinden ne hayır gördük ki ölünden görelim, zaten, di mi ha? Sana diyorum, sana. Duyuyor musun beni, Müştak Bey? Ben mahkûm sen gardiyandın mübarek. Gözün hep üstümde! Kala kala miras, bu öküz gözlün kaldı. Yaşama hapsetmiştin beni. Gardiyanın göz hapsinden, mahkûm da neylesin, hata üstüne hata eklerdim elbet. Yok efendim, ne biçim toz alıyor muşum, yok efendim ne biçim yemek yapıyor muşum, çok harcamışım, çok akıtmışım, mışım da mışım. Şimdi de bu peşimde, sanki talimatlı gibi beni izliyor her yerde. Kafayı yiyecem ya, diye söylendi Neriman Hanım. Her yeri öfkeden tir tir titriyordu. Kendini koltuğa bıraktı.

O kafa yorgunluğuyla, sızıp kaldı. Rüyasında Müştak Bey geldi, yanağından bir makas alıp gitti. O heyecanla uyandı, bir de ne görsün kedi tepesinde değil mi? Yanağına değdi değecek. Ayyy, noluyoruz diye yerinden fırlamasıyla soluğu oda kapısında aldı. Kedi de korkudan bir yana fırlamış, yine dikmiş gözlerini öyle bakıyordu. Hemen odadan çıktı, kapıyı sıkı sıkıya kapadı.

Tövbe Yarabbi diye söyleniyordu. Yoksa ruhu buna mı kaçmıştı? Amanın, Allah korusun diye, sıkı sıkı tahtalara vurdu. Hadi kızım hadi, dedi, en iyisi sen git yat, yoksa bitmez bu gece diyerek yatak odasının yolunu tuttu.

Yatmadan, kapıyı kontrol etti. Sıkı sıkıya kapalıydı. Oh be dedi, şöyle rahat rahat bir uyuyayım. Herif haymana beygiri gibi yayılırdı da büzüşür kalırdım sağ tarafta. Hadi şimdi gel de yayıl bakalım diyerek attı kendini yatağın üstüne. Tam ortasına bir güzel yerleşti. Işığı kapatıp uykuya daldı.

Gecenin bir yarısı, Müştak Bey’i gördü yine rüyasında. Uzanmış bir güzel yatıyordu yanında. Heyecanla uyandı, başucu lambasını yaktı. Soluna dönüp baktı ki kedi boylu boyunca yatmıyor mu, yanında? Allah, Allah dedi kendi kendine heyecanla, ben kapıları kapatmamış mıydım? Yooo, kapatmıştım, hem de çok iyi hatırlıyorum. E o zaman bu ne? Nasıl girdi bu meret ta dibime, nasıl, diye söylenirken, kedi mışıl mışıl uyuyordu.

Şuna bak ya altı dönüm bostan yan gel Osman, oh ne rahat. Ben uyuyacaktım güya. Nerdeee? Yediği naneye bak şunun, babasının yatağı sanki demesiyle kediyi tekmelemesi bir oldu. Kedi can havliyle fırladı. Neriman Hanımın kapıyı açmasıyla soluğu holde aldı. Kapı dannn diye kapandı ardından. Yarın şuna da bir kilit yaptırayım da gör sen gününü diye söylenerek tekrar yattı Neriman Hanım.

Uykusunun en derin yerinde Müştak Bey karşısındaydı, yine. Gözlerini öfkeyle açmış, dik dik ona bakıyordu. Sonra birden dan diye tekmeleyip, Neriman Hanımı yataktan attı. Neriman Hanım ahhh diye uyandığında bir de baktı ki yerde yatıyor. Korkudan tir tir titredi. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Müştak diye seslendi gayri ihtiyari. Söyle bakalım diye bir ses geldi. Fırlayıp ışığı açtı. Kalçası da nasıl acıyordu. Bir de baktı ki kedi Müştak Bey’in yerine kurulmuş, bir güzel yatıyordu. La havle vela dedi. Döndü kapıya baktı, kapalıydı. Nasıl girdi içeri bu, peki, dedi, kendi kendine ama bir şey yapmaya da cesaret edemedi. Usulca yatağın sağ köşesine büzülüp kaldı, öylece. İçinden, rahat yok bu dünyada bana anlaşılan, baksana, öte dünyadan bile yetişiyor bu herif bana, diye geçiriyordu.

Sabah uyandığında kedi hâlâ yanında yatıyordu. Pis musibet dedi içinden. Yavaşça kalktı, mutfağa geçti. Bir çay içeyim de kendime gelirim belki diyerek kahvaltıyı hazırladı alelacele. Çaydanlığı ocaktan alıp masaya dönmüştü ki ne görsün, kedi masada, Müştak Bey’in her zaman oturduğu yere kurulmuş oturuyordu. Oh maşallah dedi, bir bu eksikti. Çayınızı nasıl alırdınız acaba diye hışımla seslendi. Tavşankanı diye bir ses geldi, anında. Neriman Hanımınsa kanı donmuştu, adeta. Neredeyse elindeki çaydanlığı üzerine devirip yakacaktı kendini, zor toparlandı. Şaşkınlıkla gelip yerine oturdu.

Hayır olamaz, diyordu, içinden, hayır! Bana öyle geldi herhalde. Titreyen ellerle çayını doldurup yudumladı. Sakinleşmeye çalışıyordu. Limon koymadığını fark etti. Masaya da çıkartmamıştı. Kalkıp buzdolabına yöneldi. Döndüğünde çay kedinin önündeydi, üstelik de bir miktar içilmiş haliyle. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Hiç sesini çıkaramadı. Çaydan vazgeçti. Sarsak hareketlerle kahvaltı etmeye çalıştı. Kedi karşısına oturmuş, gözünü dikmiş bakıyor, bir bir lokmalarını sayıyordu sanki. Doğru dürüst kahvaltı da edemedi. Korkudan tekrar çay koymaya da yeltenemedi.


O sırada telefon çaldı. Arayan annesiydi. Nasılsın kızım dedi. İyiyim anne dedi kekeleyerek. Ne yapıyorsun deyince, hiç oturuyoruz Müştak Bey’le dedi. Efendim, anlamadım diyordu annesi karşıdan, hayretler içinde. O ise duymadı bile, ahizeyi usulca yerine bıraktı, hipnotize olmuş gibi masaya dönüp toplamaya başladı. Müştak Bey çoktan gazetenin spor sayfasına dalmıştı bile.

KATARSİS - Öznur Babur


Katarsis şehrine doğru cefakâr atım Sentor’la birlikte yol alırken yirmi üçüncü doğum günümü düşünüyordum, yani yolculuğa çıkmadan bir önceki günü. Günler gelip geçiyordu, kuşlar gibi uçuyordu bilge adamın dediği gibi ama genç yaşıma rağmen içime sızan, şu çelikten zırhımı delip etime işleyen, kanıma süzülen kasveti, gamı alıp götüremiyordu. Adıma tertiplenen şölen, sislerin ardından görünen dağ gibi hayâl meyal, boz bulanık bir sahneydi artık. Kadeh kadeh şaraplarını içen, doldurulmuş nar gibi kuzuları mideye indiren, tazecik meyveleri ve şerbetlenmiş tatlıları büyük bir iştahla yiyen gürültücü kalabalık benim şerefime oradaydı. Benden başka herkes ya saadet denizinde yüzüyordu ya da öyleymiş gibi yapıyordu. Hiç bilemedim; tüm o varlığıyla beni eksilten insan yığını, o menfaatçi güruh, o gövdeleri üzerinde gülünç perukalı kafalarıyla davetime gelme cüretini nereden buluyorlardı? Ah, elbette kral babamdan! Onun iki dudağı arasından çıkacak en küçük bir sözle o şarlatan suratlarının toprağı öpeceğini biliyorlar da ondan; kesilirdi kelleleri. Kutsal Giyotin, adaleti kral babacığımın iki dudağı arasında; kan ve bıçak. Hepsi bu.

Sevgili dostum Filos –ki tüm Amartia ülkesinde gözüme korkusuzca bakan tek o- söylemişti: “Aradığın şey, sarayın çok uzağında. Katarsis şehrinde aradığın her neyse, kaderinde varsa, senin için yazılmışsa bulacaksın onu”. Filos, bir demircinin oğlu bense bir kralın. Filos babasının yanında, demiri ateşe sürüyor, körüklüyor ateşi; ben kralın veliahtı, ülkenin gözbebeği. Filos’un alnı terliyor boncuk boncuk, benimse terimi silmek için bekleyen hizmetçilerim var. Bir gün dedim Filos’a “Yerimde olmak ister miydin?”. Aldığım yanıt o cengâver, o heybetli, o gözüpek adamın, demirci oğlu Filos’un ağzından çıkan “asla” oldu. Filos, prens olmayı asla istemezdi ben de öyle. Kaçıyorum.

O kadın… Ne tuhaftı öyle. Neler neler gelmişti hediye diye; giysiler, savaş takımları, altın çatal kaşıklar, billur kadehler, mücevher dolu sandıklar. Ama o kadın, hırpani kılıklı ürkütücü kadın, yıllar önce ölmüş annemin bir akrabası olduğunu söyleyerek bir şemsiye uzatmıştı kollarıma. Küçümseyerek bakmıştım hediyesine; bir şemsiye, hem de bana, Amartia prensine. Üstelik delik deşik. “Bu beni nasıl güneşten koruyacak? Söylesene kadın!” dediğimde yaşlı kadın “Güneşten koruyacağını da kim söyledi. Aptal olma.” demişti. Hiddetlenmiştim. Tam ağzımı açıp “Sen ne cüretle…” diye haykırıyordum ki kelimeler yığıldı boğazıma. Kadının gözleri, Cemşid’in kadehi gibi cihanı gösteriyordu. Gözlerinden insanlar geçiyordu; ağlayan, dövünen, acı çeken, hiç bilmediğim insanlar. Korkunçtu. Sanki gözündekiler, orada o çukurun içinde ağlaşan o insanlar onun hiç umurunda değilmiş gibi… Bunca acıyı yutmuşken gözleri, nasıl gülüyordu ağzı? “Git buradan” dedi fısıltıyla, “Ay tepsi gibi olduğunda, Filos sana yol gösterecek. Kalırsan öleceksin. Saraydaki herkes ölecek.” Ne dediğini kulakları işitiyor muydu kadının? Kâhin miydi yoksa? Saraydaki herkes nasıl ölebilir? Yoksa bir saldırı mı olacak? Savaş mı açacaklar yüce Kral Agathon’un ülkesine? Hemen muhafızları çağırdım, kadını saraydan dışarı atmalarını söyledim ve hepsinin cezalarını çekeceğini; kadın sarayıma kadar girmişti ve onlar hiçbir şey yapmamışlardı çünkü.

Şölen sabaha kadar devam etti ama kadınla konuştuktan ve gördüklerimden sonra, daha fazla soytarılara katlanamazdım. Başımın ağrıdığı bahanesiyle ayrıldım oradan. Yatağıma uzandığımda düşüncelere daldım. Ya kadın doğru söylüyorsa? Gitmeliydim. Gidersem bu gitmek olmayacaktı; Amartia’nın tek veliaht prensi yani ben, kaçmış olacaktım. Krala anlatsam, bana inanır mı ki? Benden başka kimse söyleyemez ona. Başlar kıymetli ne de olsa!

Filos’u, tek dostumu dinledim. Hiçbir şey söylemeden kaçtım saraydan. Ay tepsi gibiydi, dostum yolu göstermişti, atım hazırdı ve yanımda kâhin kadının hediyesi tuhaf şemsiye de hazır bulunuyordu. Düştüm yola. Gideceğim yer, bulabilirsem, Katarsis şehriydi. Öyle askerlerin ya da gezginlerin bildiği bir yer değildi burası. Adı sanı duyulmamış aslında varlığı bile meçhul bir yerdi. Ama ben arınmalıydım; arınmalı ve bu prens zırhımdan kurtulmalıydım. Dünyayı tanımak, Amartia’nın dışına taşmak istiyordum. Ve bunu Filos gibi, sadece demircinin oğlu Filos gibi, hiçbir unvana takılmadan yapmak istiyordum. Agathon’un oğlu ama kralın değil!

Suyun denizi bulması gibi, sadece arayanların bulduğu bu şehre ulaştım aylar süren yolculuğumdan sonra, nihayet. Şehir, kâhin kadının gözleriydi sanki. Her yanda acı çeken, çığlıklar atan, dövünen insanlar… En ürkütücü olanıysa bu insanların hiçbirinin gözleri yoktu ve kulakları da. “Neden?” diye geçirdim içimden; dağlar yankılandı. “Göreceklerini gördüler, duyacaklarını duydular.” İşte o an korku, Yemen hançeri gibi saplandı böğrüme. Aynı ses “İn atından” dedi. Buraya bunun için gelmiştim, indim atımdan. Attan inmemle etrafımı küçük yaratıkların sarması bir oldu. Bildiğim hiçbir hayvana benzemiyorlardı; yarı insan yarı yarasa tuhaf ve sevimsizlerdi. İki ayakları üstünde tırmandılar üzerime; başıma kadar. Yerde kalanlar bacaklarıma dolanmış, hareket etmemem için beni tutuyorlardı. Çırpındım, fırlatıp atmaya çalıştım başımdakileri ama çam reçinesi gibi yapışmışlardı saçıma. İçlerinden biri gözlerime baktı, gayet kibarca “İzninle” dedi ve ardından o perdeli parmaklarıyla oydu gözümü. Öyle bir anda oldu ki elimle gözümü yokladım hemen. Yeri bomboş çukurdu ve bir damla kan yoktu yüzümde. Ben yaratığa sağ kalan gözümle bakarken o diğer elini “onu da almalıyım” diyerek gözüme soktu. Yuvasından aldı gözümü. Artık gözlerim yoktu ama acı da yoktu. İki derin çukur kaldı geride. Her şey çok hızlı oldu. Bir başkası kulağımın kafa derime bitişik kısmından koca bir ısırık aldı, dişleri arasında çekti çekeledi ve kopardı kulağımı. Diğer kulağım da bir başka yaratığın dişlerine yapıştı. Artık kulaklarım da yoktu. Tıpkı o insanlar gibi; kâhin kadının gözünde ve Katarsis şehrinde gördüklerim gibi.

Yaratıkların eşliğinde geçtim, sulardan, köprülerden, orman kuytularından. Yuvarladılar beni bir dağın yamacından yuvarlarcasına. Bir kuyunun dibine düştüm. Susuz kalmış bir kuyu. Gözlerim yoktu, kulaklarım da ama kâhin kadın hep yanımdaydı sanki. Onun gözleriyle kavrıyordum. Kuyuda günlerce kaldım. Açlık, susuzluk bu ülkede bir ihtiyaç değildi, öyle bir his de yoktu. Kuyu bana Amartia’da asla öğrenemeyeceğim bir şeyi öğretti: Dünya ne düzdü ne yuvarlak ne de öküzün boynuzları arasında. Dünya bu kuyudan fazlası değildi. Kuyu da dünyadan az değildi. O küçük yaratıklar beni kuyudan çıkarttıklarında artık sadece Agathon’un oğluydum.

Kâhin kadının gözleri, kuyudayken göstermişti bana. Amartia’dan ayrılışımın hemen ardından ülkede isyan çıkmış ve isyancılar sarayı basarak yüce kralımızı öldürmüşlerdi; başını ise…

Cennetten cehenneme dönüyordum; Katharsis’ten Amartia’ya. Dilimdeyse koca bir “Ahh!”

                                                                                                                                      

AYNA - Kamil Olgun


  İkide bir oflayıp pufluyorum sabahtan beri. Doğanın baskıcı, bunaltıcı, huzursuz edici tüm güçleri eve doluşmuş sanki. Beni hırpalıyor, taciz ediyorlar. Pencerenin iki kanadını da açıyorum sonuna kadar. Evdeki havayı defetmek istiyorum aklım sıra. Yaprak kıpırdamıyor. Bulutsuz, sıkıntılı, mat bir hava var dışarıda. Her zaman, az da olsa bir nefes esinti üreten Boğaz, durgun ve esrarengiz bir sessizlik içinde. Ne bir gemi, ne de bir tekne var hareket halinde. Dikkat ediyorum, Yeniköy ve Kalender sahil yolunda bile, hareket eden tek bir vasıta yok! Sanki bir Büyücü zamanı durdurmuş! Aklıma geliyor: Ya martılar? Martılar da yok havada. Hâlbuki bizim hava olayları kâhinimiz, “Bugün Marmara’da saatte seksen - doksan km. hızla lodos esecek. Dikkatli olun” dememiş miydi? Nerede kaldı sahi bu lodos?

  Pencerenin önünden ayrılmak için dönüyorum. Bu sefer pencerenin tam karşısındaki kalın çerçeveli aynada görüyorum boğazın tuhaf halini. Annemizden bize tek miras bu ayna kaldı. Ona da anneannemden kaldığı söylenen ayna, tüm kardeşlerin ortak mülkiyetinde. Emaneten bende. Bir şey olacak diye ödüm kopar. Üzerine titrerim. Boğazın görüntüsü bile daha efsunlu görünür bu antik aynada. Evet! Şimdi bile daha büyülü bir görüntüsü var Boğaz’ın. Aynada Boğazı, Boğazda kendimi seyredip oyalanıyorken, ansızın Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün altında puslar içinde hareket eden beyazlıklar fark ediyorum… Daha dikkatli bakıyorum, İstinye’yi aşıp, durgun denizin yüzeyinden hızla Beykoz körfezine yaklaşan beyazlıklar, düpedüz denizin dalgaları. Patlayan lodosun önünde sürüklenip körfeze sığınmak için kaçışan dalgalar, sessiz ve kıpırtısız ortamda ayrıksı, çelişkili ve inanılması zor bir görüntü sunuyor aynada. Bu şaşırtıcı olayı seyre dalmışken, birden ayıkıyorum: Fırtına!

  Pencereye doğru atılıyorum son anda. Bir sürü terslikler yaşıyorum art arda. Önce ayağım takılıyor halıya; sendeliyorum. Kan beynime sıçrıyor. Pencerenin kanatlarından soldakini, önce kapatmam gerekirken sağdakini kapatıyorum. Hemen fark ediyorum yanlışlığı ama vakit kaybediyorum.  Sağ kanadı açıyorum, soldaki kanadı kapatıyorum. Bu sefer, telaştan pencerenin kanadını sabitleyen mekanizmayı kapatamıyorum bir türlü. Neyse! “Başarmak üzeresin, ha gayret!” derken, sol kanadı kapatmak için cebelleşiyorum ama fırsat vermiyor rüzgâr. Bütün hiddetiyle, bir türlü kapatamadığım pencere kanadını iterek içeriye dalıyor ve beni aynaya doğru savuruyor.

  Ayaklarım yerden kesiliyor. Can havliyle gövdemin üst kısmını, aynaya doğru çevirip ellerimi öne doğru uzatıyorum. Aynayı kırmamak için bir yerlere tutunmak ister gibi… Aynaya ve aynadaki suretime doğru hızla yaklaşırken tek derdim, tek korkum illa da ayna! O kırılmasın da ne olursa olsun! Sanki çok yoğun bir şekilde istersem, havada kendimi durdurabilirim gibi geliyor bana. Önce aynanın yüzeyinin içe doğru çöktüğünü görüyorum. Sonra bir ışık patlıyor. Önce gözlerim hiçbir şey görmüyor ve mutlak bir kara sessizlik sarıyor çevremi; rüya gibi! Ne gövdemin aynaya çarpasıyla çıkması gereken gümbürtüyü, ne de kırılan aynanın şıngırtısını duyuyorum. Hiçbir şey göremiyorum. Herhalde diyorum, ışımanın ve darbenin etkisiyle kör oldum. Ellerim, yüzüm, kırılan aynanın jilet gibi keskin parçalarıyla lime lime doğranmış olmalı. Acı duymuyorum. Hatta bedenimi bile hissedemiyorum. Şokta olduğumu düşünüyorum. Karanlıkta yüzümü, gözümü, ellerimi ve çevremdeki yerleri yokluyorum. Aynanın kırık parçalarını bulamıyorum. Yok! Yüzümde, ellerimde kesik ve bedenimde bir ağrı yok! “Çok şükür, aynaya çarpmamışım” diye düşünüyorum. Gözlerimi kırpıştırıyorum; “yok bir şeyin” diyorum kendime! Peki, neden göremiyorum? Sonra, fırtınaya ne oldu? Neden fırtınanın uğultusunu, rüzgârın sesini duyamıyorum? Kendimi pencereye doğru döndürüyorum. Pencerenin aydınlığında bir şeyler göreceğimi, rüzgârın serinliğini hissedeceğimi sanıyordum. Hayret! Ne bir görüntü, nede bir ses… Her yer kapkara! Hiçbir şey göremiyor ve hiçbir ses işitemiyorum. Panikte olduğumu düşünerek, kendimi sakinleştirmeğe çalışıyorum. Derin derin nefes alıyor, “Yok bir şey! Korkma!” diyerek kendimi yüreklendiriyorum. Yeteri kadar sakinleştiğimi düşünerek ayağa kalkıyorum. Yok, kalkamıyorum. Ayaktayım zaten. Fakat bir tuhaflık var. Ayaktayım ama ayaklarım yere değmiyor. Havadayım sanki. “Öldüm mü acaba?” Gözlerimi kırpıyorum, ellerimle yüzümü bedenimi yokluyorum; her şeyim yerli yerinde. Ölmemişim. Ve birden dehşetle bir ihtimal geliyor aklıma: Aynanın karanlık yüzündeydim! Aynanın bu ıssız ve karanlık tarafında, çaresiz bir şekilde boşlukta, tek başıma kalmış olmalıyım. Ayrı bir evrendeyim şimdi. İçimi sıkıntılı bir korku kaplıyor! Aynanın aydınlık ön yüzü geleceği, karanlık arka yüzü, geçmişi kapsıyor olmalıydı…

  Serinkanlı ve mantıklı olmam gerektiğini biliyorum ama yapamıyorum. Bu ne demekti şimdi? Böylesine mantık dışı ve fizik ötesi bir şeyi kendime bile nasıl açıklarım? Aynanın bu tarafına nasıl geçmiştim? Daha da önemlisi aynanın aydınlık yüzüne nasıl geçeceğim? Ürkütücü ihtimaller içinde ne yapacağımı bilmeden, kasılıp kalıyorum ıssız, soğuk ve karanlık boşlukta...

  Önce boşlukta bedenimi nasıl kontrol edeceğimi test ediyorum. Bana uzun gelen bir uğraşıdan sonra, nihayet boşlukta yürümeyi öğreniyorum. Ellerimi kullanarak çevremde duvar ya da aynanın ters yüzü gibi bir sathın olması gerektiğini düşünerek aranıyorum. Yok! Ne önümde, ne ardımda, ne sağımda ne de solumda bir şey yok! Altımda, üstümde de yok!  Çaresiz, ne tarafa doğru gittiğimi bilemeden durmadan yürüyorum. Tam da artık yürüyemem, takatim kalmadı diye düşünüyordum ki, yanıp sönen mavi bir ışık noktası görüyorum. Uzak mı, yakın mı, bir referans noktam olmadığı için mesafeyi de kestiremiyorum. Çaresiz yürüyor, yürüyorum. Ne kadar yürüdüm, nasıl yürüdüm bilmiyorum. Nihayet bir kol mesafesinde şimdi yanıp sönen düğme. Hiç düşünmeden basıyorum düğmeye.

  Önümde bir bilgisayarın dokunmatik ekranı aydınlanıyor. Ekranın üzerinde beni yönlendiren komut ve seçenekler var. Ekranın aydınlığında çevreme bakıyorum; mutlak bir karanlık, sessizlik ve boşluktan başka bir şey yok! Ekran da boşlukta ama kavi duruyor. Öyle uzayda uçuşan nesneler, ağırlıksız gövdeler gibi değil. Tekrar ekrana yoğunlaşıyorum. Ekrandaki “Bir dakika öncesi” seçeneğine dokunuyorum. Anında bir kayıt düşüyor ekrana. Aynanın zaviyesinden pencereyi kapamaya uğraşan kendimi seyrediyorum. Beceriksizce pencerenin kanatlarını canhıraş kapamağa çalışıyorum. Pencerenin kolunu kapama durumuna getiremiyorum bir türlü. Rüzgâr itiyor, pencerenin kanadı hızla açılıyor sonuna kadar. Boşluktan dalıyor içeriye rüzgâr. Kâğıtlar, kitaplar, örtüler, yastıklar uçuşuyor. Çiçek saksıları devriliyor. Aynaya doğru savrulduğumu, sanki bir şeyleri durdurmak ister gibi, ellerimi ileriye doğru uzattığımı görüyorum. Sonra aniden bir şey oluyor, aynadaki görüntümle göz göze geldiğimiz o an olmalı: bir ışık parlıyor aynaya paralel bir düzlemde. Işık dairesel bir dalga gibi merkezden çevreye doğru mavileşiyor, şeffaflaşıp kayboluyor. Sonrası; içinde mahpus kaldığım sessizlik, karanlık ve bomboş bir evren. Ve bir de önümde bu ekran var.

  Şimdi ben, geçmişte miydim yani? Al işte” diyorum. Sen değil miydin, “Eskiden şöyleydi… Eskiden böyleydi” diyen? “Al sana!” Sol elimi ileriye doğru uzatıp, sağ yumruğumu hafifçe kavrıyorum. Sonra, yumruğumu hızla ileriye doğru iterken, sağ elimin bileğini sol elimin avucuna çarptırarak, “şırrak” diye o malum sesi peş peşe birkaç kere çıkarırken, diğer taraftan “Al sana!… Al sana!” diye bağırıyorum. Şimdi böylece sonsuza kadar söylenebilirim hayata ve dünyaya sıkışıp kaldığım bu aynada.  


  







11 Aralık 2016 Pazar

ALIŞVERİŞ - Cenk Uras

Elimizde ruh eşi kalmadı bayım. 
Ama dilerseniz, tam size göre bir ruh leşimiz var. Tutkularını henüz yeni ayırdık hücrelerinden. Bizler onu başkalarına benzetmeye çalıştıkça, o direndi azıcık. Doğrusunu söylemek gerekirse, önceleri uğraştıracağını, işimizin zor olacağını düşündük. Ama inanın, korktuğumuz gibi olmadı.
Bir ucundan çekiverince, gerisi kendiliğinden sökülüverdi.
Kaçırmayın derim. Bu modellerden pek üretilmiyor son zamanlarda. Üstelik para falan da istemiyoruz. 
Alın götürün. Sizin olsun. 
İstediğiniz şekli verir, hamur gibi oynarsınız. 
Gururla söylüyorum bayım. 
Bizim eserimizdir bu karşınızdaki leş.
Ha! Unutmadan, bu da kartımız. 
Çevrenizde yok edilmesini istediğiniz ruhlar varsa bir telefonunuz yeterli.


İmza
Ruh Öldürme Ltd. Şti.
“bedeni herkes yok eder, ruhları sadece biz”

FANTASTİK EDEBİYATA BİR BAKIŞ DENEMESİ - Nurdan Atay

Yazdıklarımız, yazılanlar; yaşanmış olaylar olsa bile, yazanın düş gücünün koridorlarından geçmiyor mu? Yaşanılan her an, kendi algılarımızın, kendi duygularımızın, gözlemlerimizin, tanıklıklarımızın ürünü değil mi?

O halde fantastik edebiyatta yine aynı düş gücünden hareketle, aklın izin verdiği ölçüde yaratılan dünyanın, anlatılmasına neden şaşırıyoruz, bazen küçümsüyoruz bazen yok sayıyoruz ve neyse ki bazen seviyor, anlıyoruz.

Neden Fantastik? Fantastik edebiyat size sadece bir olay kurgusu yaratmayı değil, bir dünya yaratmayı da olası kılar. O dünya sarı, yeşil mor olabilir, yaşayanlar, duyargalı, şeffaf olabilir. Yazar ne isterse dünya da öyledir. Okur da yazarla birlikte o dünyaya seyahate çıkar. Fantastik yolculuk, edebiyat yolculuğu için de farklı bir yolculuktur. Gittiğiniz bir ülkede seyahat kitaplarında yer almayan, girilmemiş sokaklara dalmak, yine bu tip kitaplarda yenilmesi gerekenler listesinde yer almayan yemekleri yemek gibidir. Bir keşiftir. Okur neyle karşılaşacağını bilmeden sürprizlere açık bekler.

Neden masal anlatırız çocuklarımıza? Neden masal anlatmayız büyüklere? Çünkü büyüdükçe küçülür düş gücü. Büyüdükçe kaybeder insan içindeki çocuk duygularını, şaşırmayı. Fantastik edebiyat hem yazarın, hem de okuyanın düş gücünü hareketlendirir. Serbest bırakır. Kalıpların dışında özgürce koşuşturmasına izin verir. Fantastik edebiyat özgürlüktür. Kaleminiz tüy gibi hafifler. Önyargı yoktur, çünkü yargılanacak yoktur. Yazınızda bir adam düş satın alabilir ya da hoşgörü gününde silahları bırakabilir ya da günün birinde insan yapımı olmayan tek bir şeyi, bir şeftali çekirdeğini bulabilir.

“Beni böyle olmayan şeylerle oyalamayın” diyen insanları duyuyorum bazen. “Bunlar sanal dünyalar. Ben gerçekle ilgilenirim. Yaşamın gerçekleriyle.” Fantastik edebiyat aslında tam da bu gerçekliğin yansımasıdır. Olduğu gibi değil, yaşadığımız gibi de değil. Tüm düş gücü zenginliğine rağmen, yaratılan bu dünyalar ne kadar farklı olursa olsun kökleri kendi dünyamızdan çıkar ama özgün, aykırı ve farklı olarak… Fantastik edebiyat doğası gereği devrimcidir. Çünkü kalıpları yıkmayı sever.

Fantastik edebiyatın içinde masal da var, efsaneler de, rüyalar da. Hepsinden beslenir yazar. Bilinen, belki insan algısında daha kolay canlanır ama bilinmeyeni anlatabilmek için, onun kurgusal gerçekliğine inandırabilmek için daha çok çaba gerekmez mi? Okuyucu o farklı dünyada özgürce dolaşırken, karakterlerle birlikte soluk alıp verirken o dünyanın varlığına da inanmalıdır.

Bir hayali ayaklarına asılıp yere indirmeyi denemek için cesaret gerekir. Fantastik edebiyat cesaret işidir. Yazmakta, okumakta, sevmekte… Farklılıkların kabul görmesidir. Tahammüllü olmaktır. Anlamaya çalışmaktır.