GELECEK SAYI

MAYIS SAYIMIZIN TEMASI "mayıs'ta erguvandır istanbul"

12 Ocak 2017 Perşembe

YABANCI - Nurhan Suerdem


Ağrıyan omzunun verdiği rahatsızlıkla sağ tarafına döndü, buz gibi bir dokunuşla irkildi. Salonda deri kanepede uyuyakalmıştı. Elini kanepenin arkasından çekip yerinde doğruldu. Elli dokuzuncu katın, boydan boya pencerelerinden içeri dolan gün ışığının etkisiyle gözlerini uzun bir süre açamadı. Gözlerini kırpıştırarak baktığında ise karşısında ilk gördüğü, bütün gece içilmiş onca kahveden arta kalan fincanların, laboratuvar görünümündeki eve inat, kare cam sehpanın üzerinde güneş ışınlarının dansına eşlik etmesiydi. 

Başı ağrıyordu. Evi dolaştı. Odalar boştu. Yatak odasında yere fırlatılmış gömleğe baktı. “Akşamki olayı unutmak için rezidans cennetimizin korusunda koşuyordur.  Huzurlu ve konforlu cennet!” diye mırıldandı. Kalktı, pencerenin önünde durup dışarıya baktı. Birbirlerine yüzlerini dönmüş üçüz dev kule ve gökyüzü, bir de ara sıra görüş alanına giren beyaz bulutlar, içi boş kocaman konuşma baloncukları.

Telefon sesiyle irkildi. Annesi arıyordu. Cevap vermese açtırıncaya kadar kaç kez arardı bilinmez. Üst üste mesaj da atmıştı. Her zaman haklı çıkan, ses tonuyla:

“Damla, uyandın mı?”
“Evet anne, günaydın...”
“Neler oluyor böyle?”
“Bir şey olduğu yok anne…”
“Sinirlendirme beni.  Semra bana her şeyi anlattı.”
“Öğrenmişsin işte, daha niye soruyorsun!” 
“Bana kızacaksın ama bunun böyle olacağı belliydi.”
“ Anne; başlama lütfen, dinlemek istemiyorum.”
“İstemezsin tabi, haklı olduğumu bildiğin için istemezsin, bu böyle ne kadar devam edecek? Geceli gündüzlü dur durak bilmeden çalış, sonucunda olacağı budur, sinir mi dayanır?”

İşte ilk darbe gelmişti. Bundan sonrakiler devam edecekti. Kanırtmadan bitirmezdi.  Dinlemedi bile, ne diyeceğini biliyordu. “Dededen kalma şirketi sen bu hale getirdin. Çocuk bile yapmadın bu yüzden. Kocan ne yaptı? Sen onu, o da parayı sevdi. Evlenirken bu adamla olmaz dediğimde, biz birbirimizi bulduk, merak etme, her şeyi birlikte yapacağız, diye kafa tutmuştun. Şimdi ise… Ne diyeceğimi bilmiyorum.”
“....”
“ Ayrıca bu durum…”
“Anne, hoşça kal!”  

Duşa girdi. Suyun altında uzunca bir süre hareketsiz kaldı. Akşamki yemek… Zorlamışlardı. Oysa ne kimseyi görmeyi ne de bir yere gitmeyi istiyordu. Üstelik onun arkadaşlarıyla. Yeniköy’de, Boğaz manzaralı, dünya mutfağından yemeklerin sunulduğu koridor şeklindeki şık restoranda on kişilik bir grup. Mekâna derinlik vermesi için düşünülmüş her iki duvarda birbirine paralel aynalar. Yeni cilalanmış masa üzerinde beyaz kolalı keten peçeteler, ışıldayan kadehler, küçük cam vazolardaki titrek mum ışığında renkleri bir görünüp bir kaybolan mor menekşeler. Her kafadan bir ses. Uğultular. Suyu biraz daha ılıştırdı.

 “Adam bankaya transfer oldu. Helal olsun, götürdü paraları gene.”
“Aman yemesini bilmedikten sonra. Bende para olacak çekerim altıma Ferrari’yi!”
 “Çantan harika, nereden aldın?”
“Milano’dan canımcım.”
“Çok şeker.” 
“Sana söylediğim gibi değerli madenlerin fiyatları yükseliyor, fon almıştın değil mi?”
“Bu sıralar beklemedeyim, zokayı iyi yerden vuracağım.”
 “Aşkım çok içme, göbek yapıyoo biliyosunn.”
“Geçen bayram Filipinler’e gitmiştik, bu sefer de  Brezilya’ya gitmek istiyoruz.”
“Filipinler’de zenginlerin yaptırdığı ev mezarlarda insanlar yaşıyormuş, gördünüz mü, ne korkunç di mi? ”
“Tatlım o yemek çatalı, antre çatalını kullansana, en dıştaki.”

Büyük beyaz porselen tabakların ortasında iki çatal alınıp bırakılmış yemekler. Ruj lekeli peçeteler, o sırada  purosunu cebinden çıkaran Uğur’un üstüne dökülen kırmızı şarap. Restoranda derinden gelen caz müziğini bastıran bariton bir ses. Ne yapacağını şaşıran genç garson.

“Dikkatli olsana, ne zannettin bunu, bez parçası mı? Mahvettin gömleği! Yeni misin sen?”  

Tepede oturan adamın sesi, bir zamanlar ruh ikizim olan adam mı bu? Hep mi böyleydi, yoksa cennetimizin tepesine çıkarken ruhunu ara katlarda kaybetmişti de, ben mi fark etmemiştim?  

Eldiven şeklindeki lif vücudunda artık kıpkırmızı iz bırakmaya başlamıştı. Aynalar, çoğalan Uğur, bölünen Damla. Konuşmalar, gömleğin fiyatı, markası, garsonun maaşı, tipi.  Birbiri ardına sıralanan boş konuşmalar. Benim ne işim var bu insanların arasında? Birden karşı aynada patlayan kırmızı şarap kadehi. Tuzla buz olan aynadan etrafa saçılan ince uçlu parçalar.

“Damla, çıldırdın mı sen!”   

Havada kalkan ele son anda Semra’nın müdahalesi. Kolları kanayan kadın. Dehşet ve şaşkınlık dolu bakışlar.

“Nasıl yaparsın bunu Damla?” diye soran tanıdık, bir o kadar da uzak yüzler. Suyun tazyikini arttırdı.

Eşofmanlarını giydi, saçlarını kurulamadan arkasında sımsıkı atkuyruğu bağladı. Uykusuzluğun izleri az da olsa silinmişti. Kahve makinesinden kahvesini aldı. Koyu ve sade içerdi. Taze kahve kokusunu içine çekti.


Koltuğa kendini bırakmıştı ki kapı zili çaldı. Uğur olamazdı, üç kez basardı zile.  Resepsiyondan da aramamışlardı. Merakla kapıyı açtı. Karşısında bembeyaz saçları, küçük boyu, hâlâ ışıl ışıl parlayan gözleriyle dedesinden yadigâr Mehpare hanım duruyordu. Kollarını açtı, “Canım anneannem” diyerek boynuna sımsıkı sarıldı. Arnavutköy’deki ahşap evin bahçesinden manolyaların kokusu, güllerin rengi, bülbüllerin şakımaları, rüzgârın sesi kapıdan içeri yavaşça süzüldü. Küçük kadının kulağına “Özledim, çok özledim” diye fısıldadı. Gül fidanında bir tomurcuk açtı.

SANA AD BULAMADIM - Serap Kaşıkçı


Sarı sıcağın yakıp kavurduğu, öğle güneşinin beynimi delip geçtiği bir yaz günüydü.  O saatte oldukça tenha olan cami sokağının köşesinde, bizim manavın bulunduğu noktanın hemen önünde bir siluet dikkatimi çekti. Önce kadın mı, erkek mi olduğunu anlayamadım. Başında, üst bedenini tamamen örten, doğu illerine özgü siyahlı beyazlı bir poşu vardı. Beyazlıktan çıkıp griye dönüşmüş bol şalvarının altında, turuncu renkli, delikli plastik terlikleri, güneşten kopup dünyaya düşmüş iki kor gibi duruyordu. Yaklaştıkça kadın olduğunu anladığım siluet, sık sık, iki yanındaki mavi boyalı kıvrık demirlerinden asılıp kendine çektiği büyük bir çöp çuvalının içine doğru eğiliyor, kısa bir an öyle duruyor sonra başını kaldırıyordu.

Manava gelip gidenlerden bir yardım umuyor gibi çevreye hüzünle bakan iri siyah gözlerini daha yakından gördüm yaklaşınca. Demirleri tutan esmer elleri ne kadar genç, o ellere sinmiş zorlu hayatının kiri, çilesi ne kadar gerçekti!

Ona vermek için aldığım yiyecekleri, ayrı bir torbaya koydurup yanına doğru gittim. O  sırada yine çöp çuvalının içine eğilmişti ve –inanamadım- çuvaldan gelen, kuş cıvıltısına benzer bir sese cevap veriyordu.

Elimdeki torbayı bırakıp merakla çöp çuvalının içine baktım. Plastik kutular, yemek artıkları, ısırılmış meyveler, bir ayakkabı teki, kırık bir sürahi, simit parçaları arasında bana, bu yabancı yüze, sevgiyle bakan iki, iki buçuk yaşlarında bir kız çocuğunun gülen yüzünü gördüm. Kıvır kıvır, bal rengi saçlarının çevrelediği esmer, minyon çehresi, upuzun kirpiklerinin serinliğinde gülümseyen ışıl ışıl kahverengi gözleri vardı. Yalnızca çocuklara özgü bir umut ve safiyetle kucaklanmak istercesine kollarını uzattı bana!

Ona doğru eğilerek sımsıkı sarılıp dışarı  çıkardım. Şimdi, küçücük vücudu kollarımın arasında, çöp torbasının dışındaki dünyaya bakıyordu, şaşarak. Aniden bir güvercin havalandı kanat çırparak. Çocuğun gözleri bulutsuz gökyüzü oldu. Ardından bir köpek, annesinin yanındaki torbayı çekiştirdi dişleriyle, havlayarak. Çok korkmuştu! Boynuma dolanan kolları çözüldü. Yanaklarından süzülen yaşları sessizce sildi küçücük  elleriyle.

Ağladığını görmemi istemezmiş gibi yüzünü çevirdi, annesine baktı yalvarırcasına, güvenli yuvasına dönmek istiyordu artık!

Çöp torbasının içinde, eline verilen ekmeği küçücük ağzına sokarken bıraktım onu. Hâlâ sessiz hıçkırıklarla ağlıyordu.


MİSAFİR - Sevgi Işık


Otogarda bekliyorum. Biletim yok. Nereye gideceğimi bilmiyorum. Sadece bekliyorum. Birbirinin peşi sıra kalkan otobüsler yolcularını varacakları yere taşırken, yüreğim artık taşıyamayacağını düşündüğüm bir ağırlığın pençesinde kıvranıyor. Buradan gitmeliyim, biliyorum. Nereye gideceğimi bilmiyorum.

Bu otogarda ne işim var bilmiyorum… Çocukluğumdan beri otobüsleri sevmem ben. Mazot kokusuna karışan yolculuk heyecanlarım hep midemi bulandırmıştır. Bir şeyler yiyip içmek işkencedir, hele bir de otobüs firmasının ikramları düşünülürse, pek cezbedici değildir. Bir şeyler yersem herkesin içinde otobüsün içine kusmaktan korkarım. Bu yüzden ikram edilenleri muavinin meraklı bakışları altında geri çevirdiğim çok olmuştur. Muavinin uzun süren yolculuklarda içerdeki ayak kokusunu bastırmak için sıktığı oda parfümünün zevksiz kokusu bile öğürmeme yol açar.

Mola yerlerinde tuvalete girmek bile tam anlamıyla bir işkencedir. Taşmak üzere olan çöp kovaları, sifonu çekilmemiş klozetler, çalışmayan el kurutma makineleri, musluktan akan ipince su canımdan bezdirir. Evde hazırladığım sandviçimi alelacele ağzıma tıkıştırırken otobüsün kalkacağını haber veren anons duyulur. Hayatımdaki bütün otobüs yolculuklarım zorunluluklar yüzünden olmuştu. Kendi isteğimle otobüse bineceğimi sanmıyordum. Bugüne kadar.

Otogarın büfesine ait masalardan birindeydim. Oturduğum sandalyeye atılmış gibi duran vücudum kimsenin dikkatini çekmiyordu neyse. Büfeden gelen yanık kokular ve motor gürültüsü beni içine çeken bir hortum gibiydi. Düşüncelerimi emen bu vakumdan kurtulmak için düşünmeyi sürdürdüm... Eski sevgililerimi düşünüyordum. Hiçbirine ait hissetmemiştim kendimi. Onları sudan bahanelerle terk edip gitmiştim. Âşık olmak, bağlanmak beni tanımlayan sözcükler olmamıştı hiç. Kendime bile güvenmiyordum ilişkilerimde. Karşıma çıkan kadınlar oldukça güzeldiler gerçi. Onlarla bir – iki seviştikten sonra soğumaya başlıyordum. Sanki aradığım kadın içlerindeydi ama aslında bir o kadar da orada değildi. Bilmiyordum. Hep yeri doldurulamayan bir boşluk vardı yüreğimde. Aradığımı bir gün bulacağımı biliyordum. O bir gün ne zaman gelecekti peki? Umudum tükenmeye başlamıştı. Yaşlandığımı hissediyordum. Kırk yaşına eriştiğim şu günlerde yaşadığım hayatı sorgular olmuştum. Terk ettiğim onlarca kadında kendimden bir parçamı bıraktığımı anladım... Otogarın uğultusu iyice arttı, başım ağrıyordu.

Tüm bunları niye düşünüyorum şimdi, dedim sesli bir şekilde. Yalnızdım, cevap verecek kimse de yoktu yanımda. “Sen yolculuk yapmayı değil, gitmeyi seviyorsun” diyen bir ses duydum. Başımı çevirdiğimde göz göze geldik. Üzerindeki eski püskü giysiler ve saçlarının bakımsız hali beni tedirgin etti. Kömür karası gözlerinde alaycı bir bakış gördüm, birden canım sıkıldı.

İlgilenmediğimi düşünmesini istedim. Kimsenin beni tanımayacağından emin olduğum bu yerde karşıma çıkmış olması tesadüftü. Kim olduğunu bilmiyordum, daha doğrusu bilmek istemiyordum. Ne var ki o çoktan oturduğum masaya gelip sandalyeyi çekmişti. “Oturabilir miyim?” Anlamazlıktan geldim ilk soruşunda. Cevabımı beklemeden oturmuştu.
Uzunca bir süre sustuk. Bir çay söylemiştim büfedeki çocuğa. “Bir tane de bana getir” deyince çocuğun “getireyim mi” diye soran bakışını başımı hafifçe sallayarak onayladım. “Arkadaşlık tavşankanı çaya benzer” diye devam etti. “Hiçbir yerde satılmaz.”
Çaydan bir yudum aldım. Tadı acıydı. Fazla demlenmiş, bekletilmiş olmalıydı. Bir küp şeker atıp karıştırmaya başladım. Kaşığın çıkardığı sesi otogarın gürültüsü sanki emiyordu. 

“Karıştırma fazla, başı döndü çayın” dedi gülümseyerek. “Anlat bakalım, ne işin var burada?”

Hayat hikâyemi bu adama anlatmak niyetinde değildim. Anlayacağını düşünerek başımı diğer tarafa çevirdim. Uzakta bir noktaya bakıyormuş gibi yaptım. Cevap vermek istemediğimi anlayacaktı, emindim. “Anlatmaya nereden başlayacağını bilmiyor gibisin. Öyleyse ben anlatayım sana hikâyemi. İster misin?”

Büfedeki çocuk çayı getirmişti. Cevap vermemi beklemeden çayından içti höpürdeterek. Anlatmaya başladı… Onu dinlemiyordum bile. Düşüncelere dalıp gitmiştim. Ona doğru bakıyordum; cümleleri birbirine bağlıyor, bazen heyecanlanıyor, gözleri dolu dolu oluyordu. Dinlemediğimi fark etmesin diye arada bir başımı sallıyordum. Aşktan bahsediyordu sanırım, çok sevdiğinden, avarelik hoşuna gider olmuş artık. Otogarda yaşıyordu besbelli. Acıdım ona… İkinci çayı biterken, bir de tost istedi büfeden.

Çevremizdeki birkaç masa dolup boşalıyor, bir otobüs yanaşıyor, inen yolcular bagajdan çıkan eşyalarını alıp gözden kayboluyorlardı. Bazen de yeni yolcular biniyordu otobüslere, arkalarından el sallıyordu birileri, hüzünlü ayrılıklar yaşanıyor, sevgililer son kez birbirlerini öpüyor, anne babalar son tembihlerini yapıyorlardı yetişkin çocuklarına. Eller öpülüp başa konuyor, selametle gidin deniyordu. Gözyaşları bazen akıtılıyor, bazen de otobüs kalkıncaya kadar gözpınarlarında saklı tutuluyordu. Misafirim durmaksızın konuşuyor, yiyip içiyor, anlattıkça daha da açılıyordu.

O anlatırken ben hayal kuruyordum. Onu bir otobüse benzetmeye başlamıştım hayalimde. Rölantide çalışan bir otobüstü bu. Motorunun iç gıcıklayıcı sesini duyabiliyordum. Yanık, ekşimsi bir koku yayıyordu. Aksamları eskimiş, boyası yer yer çatlamıştı. Sileceklerinden su fışkırıyordu. Geniş ve görkemli camını silen silecekler camın yüzeyinde su damlacıkları bırakıyordu. Eski, gıcırdayan koltukları vardı. Kumaşları solmuş, derileri parça parça olmuştu. Süngerlerinin rengi kaçmıştı. Perdeleri sökülmüş, çıtçıtları koparılmıştı. Egzozundan çıkan simsiyah duman genzime doluyordu sanki. Kendimi bu hayale kaptırmıştım. Bu otobüse binsem beni hiçbir yere götüremeyeceği açıktı. Zaten gideceğim yeri bilmiyordum. Bu otobüste yerim yoktu benim… Eve dönmeliydim, çok geç olmadan. Otobüsten inmeye çalıştım… Kapılar gıcırdayarak kapandı. Kontak anahtarının döndüğünü işittim, şoförün el frenine asılıp ayağını frenden çekmesiyle sarsıldı kısa bir süreliğine… Durdu.

Oturduğu sandalyeye baktığımda gitmişti. Büfedeki çocuğa parayı ödedim, “Yediklerini ısmarlatacak birisini hep bulur” diyordu para üstünü verirken. Yüzünde alaycı bir sırıtış vardı. Aldırmadım. Yolun karşısına geçtim hızlı adımlarla. Eve doğru yürümeye başladım.


HÜTHÜT KUŞU - Oya Çanga


Köyün minibüsü şehirden gelen yükünü indirdi. Akşamın pusu düşmüştü toprak evlere. Yanık ot kokusu süzülüyordu bacalardan. Sessiz yaylalardan inmekteydi çıngırak sesleri. Özlem bir avuç bakış, küçük bir çiğ tanesi..

Şevket köy çeşmesinde yüzünü yıkadı. Bir oğlan çocuğu koşup geçti yanından, tanıyamadı. Bir taş attı çeşmenin oluğuna dalga dalga yayıldı, koyu mavi su. İçinde bir çocuk gülümsedi.

Köy yıldız karanlığına erişmeden, yolunu tuttu baba ocağının. Her bahçe kapısında hoştladı havlayan köpekleri. Seslenenleri selamladı bir bir. Taş duvarlarla çevrili baba evinin çatal kapısını araladı. Köpek havladı. Anası bekliyordu bahçede, mahcup  elleri öptü, süt kokusuna sarıldı. Boyası dökülmüş yeşil kapı, kapının tam karşısında ocak, önünde yer sofrası, minder döşeli etrafı.

“Üşüdün mü oğlum, tezek atayım mı ocağa?”
“Yok üşümedim ana.”
Babasının elini öptü. Kardeşi İbrahim ve gelin ise onun elini.
“Çoluğu çocuğu da getirseydin” dedi anası.
Küskün  gelin yine hasta olmuştu.
“Çifte çubuğa mı gidiyo, niye hasta ki” dedi küçük gelin.  
“Hadi buyur sofraya” dedi anası telaşla.

Çocukken hep oturmak istediği ocak başı İbrahim’e ayrılmıştı. Gölgesi sofraya düşüyordu.

“Nasılsın baba?”

Baba, kasketini yan çevirdi, gözleri yerde bir şey arar gibiydi, dizini ovuşturdu.

“Nasıl olalım oğlum, Allah’a şükür.”
“Sen nasılsın çoluk çocuk?..”
“Çok şükür baba.’’

Şevket getirdiği poşeti anasına uzattı.
Anasına al güllü basma, babaya içlik, çoluğa çocuğa leblebi şeker.
Gelin, arabaşı çorbasını koydu ortaya.

“Eline sağlık ana...”

Kirpikli sahanlarda turşu, yoğurt, pekmez üçlüsü, bir de yaprak sarma.
İbrahim tütün molasından ikinci kez dönmekte.

“Sen nasılsın, İbrahim?”
“iiiiiiyiim aabi saağoollollasın ”

Ocağın aydınlığı yetmez olmuştu.

“Kalk yak idare lambasını İbrahim” dedi anası.

İbrahim hiç görülmediği kadar atik, kalktı. Dudağının kenarında müstehzi tanıdık bir gülümseme.
Yıllar öncesi bir sabah…

“İbrahim bir el ver de torbaları eşeğin sırtına atalım!”
“Baanae ne...”
“Vallahi geberteceğim seni.”
“Aannnana!”
“Ne oluyor yine?”
“Dööövvvvüü….”
“ Bir de abi olacaksın, rahat bırak şu çocuğu marazlı o!”
“Ana Topçu köye yalnız gitmeye korkuyorum. Ya ben de kekeme olursam...”
“Ne var korkacak git öğüt şu buğdayı, yarına ekmek yapacak unumuz yok.”

Eşeğin sırtında buğday çuvalları, önde Şevket, arkada  tanıdık müstehzi gülümseme.
Lamba yandı turuncu loşluk yüzlere yayıldı. Baba dalgın sakalını sıvazladı. İbrahim babasının sırtından düşen ceketi tekrar yerine koydu. Evin aç, tembel kedisi sofranın çevresinde dolanmaya başlamıştı bile.

“Hasılat nasıl baba?” 

Baba yerde hiç bulamayacağı bir şeyi arıyordu. Dizini ovuşturarak.

“Ehh işte” dedi. “Bereketi yok bu tarlaların.’’

Beşikteki kundaklı bebek ağladı. Kolları iki yanına yapıştırılmış bacakları bitişik uzatılmış ve sımsıkı bağlanmıştı. Eli kolu öylee oynamasın, aman sakın uyanmasın. Ama uyanmıştı bebek hem de defalarca, anasının sıcak kucağında, süt kokusunda, güvende uyumak istiyordu.

“Şehirde ne var ne yok? Hükümet hapis oldu diyolar. Veriyolar mı maaşını?”
“Veriyorlar baba, okullar açık.”
“Sarmadan da ye oğlum, pekmez batır, göllü bağın üzümünden...”
“Ben misafir miyim ana, yerim nasılsa.”

Gelin, elbisesinin eteğini yoğuruyordu. Anası mahcup, kirpikli sahanları önüne yığıyordu. İbrahim’in yüzünde o tanıdık müstehzi gülümseme, dudaklarında başlayıp bitiremeyeceği cümlenin kıpırtısı.
Evin aç, tembel kedisi yemek tahtasından ekmek çekiyor, hiç kimse pist demiyor, fareler cirit atıyordu.
Kaçamak  bakışlar, lambanın aydınlatamadığı kuytularda kayboldu. Samimiyetsiz sessizlik, boş lakırdılarla bozulmamıştı. Ta ki ahırdaki eşek anırıncaya dek. Eşek sustu, baba konuştu.

“Şevket sana bir şey diyeceğim...”
“Dedin ya baba” dedi Şevket sessizden. “Dedin ya bu kaçıncı!”
“Çok şükür senin maaşın var.”

Kundaklı bebek yine ağlıyordu.

“İbrahim’e malımı bağışlamak istiyorum, senin aldıklarını da...”

Ana kucağı isteyen bebek ağlıyordu.

“Benden ne istiyorsun baba?”
“Bir yazı, bir  helallik.”

Anasına baktı.

“Marazlı ya o, oğlum... Üşüdün mü, tezek atayım mı ocağa?”

Ağlayan bebeğin karnı tok sırtı pekti; anasının sıcağında güvende olmak istiyordu.
Yatılı okula gideceği gün dedesi yalvarmıştı.

“Gitme oğul, yâd kalırsın; hem komonost okuluymuş orası, komonost olursun; gel vazgeç oğul.”

Ocağın alevi sönmekteydi. İbrahim’in yaktığı idare lambası yüzlerdeki aydınlığa yetmiyordu.

“Baba bunu yapma, Çocuklarımı baba ocağına misafir etme.”

İbrahim kaşığı sofraya fırlattı, dışarı çıktı. Arkasından da karısı. Babanın yüzü iyice karanlıkta kalmıştı.

“Kararım karar Şevket” dedi.
“Üşüdün mü oğlum? Bir tezek atayım mı ocağa?”

Kundaktaki bebek susmuştu.
Şevket yazdı, imzaladı. Buruşturup ocağa attı. Yüzlerdeki yalancı karanlık bir an aydınlandı. Helalliği ise yazmadan sakladı.

Horozlar uyanmadan yola koyuldu. Kırağı düşmüş tarlalarda tohumlar üşüyordu. Çıplak üzüm bağlarında hüthüt kuşu son türküsünü söylüyordu: Çamlığın başında tüter bir tütün // Acı çekmeyenin yüreği bütün // Ziya’mın atını pazara tutun // Gelen geçen Ziya’m ölmüş desinler.










"İYİ NİYET TAŞLARI" - Ali Tahir Atakan


-        - Sus oğlum sus... Yok bir şey kuzum benim... Gel biz şimdi yatalım... Uyuyor baban... Uykusu geliverdi işte. Ondan öyle devrilmesi. Sen uyu, ben onu yatağına götürürüm. Merak etme sen. Hadi bakalım gel anneciğin kucağına.

Hiçbir şeycikler olmaz demişti bir de Naciye Kadın. Kasıla kasıla iki seksen uzandı dağ gibi herif! Ben de telaş yapınca korktu tabii oğlan. Öyle iki büklüm oluverdi masanın başında. Sonra küt yere... Allahım ne yaptım ben?! Ben ne yaptım?!

-        - Bak gördün mü... Ayıcık da seni bekliyor uyumak için. Kucakla... Koyun koyuna uyuyun birlikte. Yok kuzucuğum, iyi baban. Üzülme sen... Neredeymiş göbüş... Bir öpsün annecik... Hadi kapa gözlerini... Uyku perileri geliyor, geliyor, geliyor... Boncuk gözlerine konuyor oğluşumun. Sakın açma gözlerini... Kaçar periler sonra. Hadi bir tanem, hadi kuzucuğum.

Sakinleşmiyor oğlan... Çok korktu, çok... Işığı da kısayım. Böyle saçlarını okşayınca belki... Allahım sen bana güç ver. Uyusun ki oğlan, bakayım nâlet herife... Bak görüyor musun başıma geleni!

-        - Hadi benim kuzum... Hadi canım... Yum gözlerini... Buradayım bak. Nasıl da güzelmiş oğluşumun saçları... Nasıl da pamukmuş oğluşumun saçları... Nasıl da severmiş annesi...

Oh Allahım... Çok şükür!.. Ne yapacağım şimdi ben?.. Nasıl kaldırırım yerinden? Ya öldüyse?.. Yok canım, niye ölsün?.. Ama baksana yüzüne, bir tuhaf rengi... Valla nefes almıyor bu herif... Ayna... Ayna nerde?..

Güzel Rabbim güldün yine yüzüme... Şükürler olsun sana, şükürler olsun. İlk iş, şu kavanozu döküp kırayım... İlk iş şu kavanoz. Tam da dediği kadar koyduydum Naciye Kadın’ın. Bir kaşık demişti, her tabağına bir tatlı kaşığı... Hiç anlamaz demişti, her akşam koy tabağına bak eli gidiyor mu bir daha rakı bardağına, elleri kırılasıcanın. Öyle dedi valla. Rakıya gitmeyen el, bana da kalkmaz diye düşündüydüm. Yok yere hır gür çıkarmaz dediydim. O tıkanasıca boğazından rakı geçtiğinde iyice bir mendebur oluyor, vara yoğa kızıyor, kızdıkça bana sardırıyor, o ağır eli bir kalktı mı da indikçe iniyor, indikçe iniyor... Oğlan ağlıyor, bu sefer daha çok celalleniyor... Bitmiyor, bitmiyor, bitmiyor... Hep bunlar bitsin istediydim, bunlar bitsin... Bir ağız tadıyla yemek yiyelim sofraya oturduğumuzda. Ama başıma gelene bak! Ben en iyisi sıhhiyeci Osman’ı çağırayım bir koşu... Düştü, kaldı derim sandalyeden. Tabii ya, düştü, kaldı. Bakar artık o bir hal çaresine.    

HEM BABA HEM ANNE - Kâmil Olgun


…“Ne zaman girdi içeriye, nasıl oldu da ben duymadım… Hiç anlamadım. “Ne yapıyorsun sen… Pis sapık?” diyerek hışımla üzerime yürüdü. Kızımı, biricik yavrumu kucağımdan çekip aldı. Yalnız bebeğimi değil sanki göğsümdeki yüreğimi çekip kopardı. Bakışındaki o korkunç suçlamayı, sesindeki o dehşet ve nefret vurgusunu, ömrümün sonuna kadar asla unutamam. Dondum kaldım. Ağzımı açıp da tek bir laf edemedim. Olanlar hazmedilecek türden değildi. Midem bulandı. Lavaboya koştum… Böğürerek kusmaya başladım. Odadan, karımın çığlıkları geliyordu: “Geber inşallah! Sapık herif… ” Kızımın, çığlık çığlığa ağlaması duyuluyordu. Boğazımı temizledim, yüzümü yıkadım. Doğrulup aynadaki perişan suratıma baktım. Gömleğimin üstten üç düğmesi hala açıktı. Başım döndü ama ben dünya dönüyor, ya da deprem oluyor sandım. Bacaklarım titredi; bedenimin ağırlığını taşıyamadı… Dizlerim bükülüverdi ve yere yuvarlandım. Kendime geldiğimde, lavabonun dibinde yatıyordum. Başım müthiş ağrıyor, alnım acıyordu. Elim, ister istemez oraya gitti. Güçlükle doğruldum. Aynada, alnımdaki şişliğe baktım. Kimseyle paylaşamadım tuhaf sırlarım, derin kaygılarım, acım, hüznüm, yalnızlığım ve hepsi, alnımdaki bu şişlikte zonkluyordu sanki. Düğmeleri iliklerken, gömleğin meme uçlarına değen yerlerinde küçük ıslaklıklar fark ettim.”

Bir arkadaşımın aracılığıyla gelen bu müvekkilim, şimdiye kadar karşılaştıklarımdan hiçbirine benzemeyen tuhaf bir adamdı. 

“Toparlanıp banyodan dışarı çıktım. Ceketimi alıp kapıya yöneldim. Ayakkabılarımı giyerken karım hala söyleniyordu. Kızıma baktım, annesinin kollarında, sanki yabancı birinin kucağından kurtulmak ister gibi çırpınıyor, kollarını bana uzatarak çığlık çığlığa ağlıyordu. Kızımızın bu hali, karımı daha da öfkelendiriyordu. O öfkelendikçe, biricik yavrum daha çok korkuyor, çığlıkları yüreğimi delip, araladığım kapıdan sokağa taşıyordu. Biraz daha beklersem oradan ayrılamayacağımı biliyordum. Kendimi dışarıya savurdum. Kapıyı hızla çekip kapadım… Dışarıda kar yağıyordu.”
Hikâyesini anlatmada oldukça ustaydı.

“ Zarife’yi severdim. Çocukluğumuz birlikte geçmişti. Benimle, Üniversiteyi bitiriyorum diye evlendiğini düşünmüşümdür hep. Annem, yabancı biri olacağına, akraba bir kızla evlenmemi uygun, Zarife ise, üniversiteyi bitirecek olan bir akrabayla evlenmeyi şans sayıyordu. Gel gelelim, mezuniyet sonrası kısa erimli bir birkaç işin dışında, doğru dürüst bir iş bulamamıştım. Ailelerimizin tuttuğu evde, kısa sürede sıkıntılar başladı. Kiramızı ödeyemez olduk. Kayınpederin bu gecekondusu Hızır gibi imdadımıza yetişti. Oturduğumuz yere yakın bir tavuk çiftliğinde iş buldum. Yumurtlasınlar diye ilaçlı yemlerle beslediğimiz tavuklar, üretkenlikleri düşünce kesime gidiyordu. Her gün o tavuklardan bir tanesini ehven fiyatla satın alıp eve götürebiliyordum. Nerdeyse her gün tavukla beslenir olduk. Bir müddet sonra baktım… Tavuk tiryakisi olmuşum… Derisini seviyor, kemiklerin kıkırdak kısımlarını kemirmekten kendimi alamıyordum.  Ve bu halimden çok utanıyordum.”
 Anlatımı sempatik ve samimiydi.

“Kilo almağa başladım. Cildim taze, gergin ve ışıl ışıldı. Vücudumdaki tüyler zamanla seyrelip kaybolmaya başladı. Tedirgin oldum. Ancak başka bir sorun daha vardı. Karımdan utanıyor, ancak karanlıkta yatağa giriyor, çoğu zaman da sırtımı dönerek yatıyordum. Karım, hamileliğinin son aylarında olduğu için, İdare edip gidiyorduk. Ona karşı ilgim azalmaya başlamıştı ve bunu örtmek ister gibi aşırı mültefit davranıyor, üzerine titriyordum. O, bu hallerimi hamileliğine ve doğacak bebeğimize olan ilgime yoruyordu.
Sonra, sesine bir mutluluk tınısı, yüzüne aydınlık yayıldı. Gülümseyerek konuşmasını sürdürdü:

“Karım doğum yapmış, dünyalar güzeli bir kızımız olmuştu. Sanki herkese gülücükler dağıtıyordu. Çok sevimliydi ve ben onu çok seviyordum.”
Bunları anlatırken yüzü aydınlandı.

“Kızımın doğumundan on üç gün sonra, işe gider gibi evden ayrıldım ve doğruca daha önce randevu aldığım kliniğe gittim. Profesör beni dinledi. Sorular sordu. İyice muayene etti. Kan ve Hormon tetkikleri istedi. Hepsini yaptırdım. Bazı tahlillerin sonuçları üç gün sonra alınıyordu. Sonuçların alınacağı güne tekrar randevu verdiler. Bu arada evde işler iyi gitmiyordu. Karımın memeleri şişmiş, uçları çatlamıştı. Bebeğimizi doğru dürüst emziremiyordu. Bin bir zahmetle, önce bir fincana sağıyor, sonra biberona koyup bebeğimize veriyorduk. Hem karım çok acı çekiyor, hem de yavrumuz doğru beslenemiyordu. Bir müddet sonra da karım sütten kesildi ve memeleri bir pınar gibi kuruyup gitti.”

Müvekkilime birkaç saniyelik kaçamak bakışım esnasında, uzun siyah saçlarını garip bir ustalıkla arkaya doğru savurdu. Sonra her iki elinin parmaklarını saçlarına daldırdı ve arkaya doğru sıvazladı.  Gözlerimi indirdim. Bir anlık sessizlikten sonra, tekrar konuşmaya başladı:
“Nihayet tekrar o kliniğe gittim. Beni içeri çağırdığı zaman onun yanında iki kişi daha vardı. Sanırım onlar da profesördüler. Her biri kendi alanı doğrultusunda çeşitli sorular sordu. Elimden geldiğince doğru cevaplandırmaya gayret ettim. Üstümü çıkarmamı istediler… Çıkardım. Hayret… Hiç utanmıyordum. Her biri göğüslerimi kontrol etti. Bu esnada memelerimden süte benzer sıvı geldi. Hayret ettiler. Bir beherin içine sağdılar. Bir kahve fincanının yarısını dolduracak kadar o sıvıdan örnek aldılar. Giyinip gitmemi ve ertesi günü aynı saatte tekrar gelmemi söylediler. Endişeli ve dalgın bir şekilde eve geldiğimde, gömleğimin ön kısmının ıslandığını fark eden karım, “Ne kadar terlemişsin canım… Git üstünü değiştir” dedi. Bunun benim memelerimden gelen sıvıdan ıslandığını biliyordum. Bunu ona söyleyemedim.”

Bu olağanüstü absürd bir öyküydü.

“Ertesi gün gittiğimde üçü birlikteydiler ve beni gülücüklerle karşıladılar. Rahatlasam mı yoksa utansam mı bilemedim. Profesör, beni oturttu ve tane tane durumu anlatmaya başladı: “Seni arkadaşlarımla iyice inceledik. Olağan üstü bir vakayla karşı karşıya olduğumuzu anladık. En çok tükettiğin yiyeceklerin incelenmesi bize önemli bilgiler verdi. O ürünleri nereden, hangi marketlerden aldığını hatırlıyor musun?” dedi. “Rahatlamıştım.”
“Tavuk eti, yumurta, çalıştığım çiftliktendi. Domates biber, salatalık gibi zarzavat, fabrikanın bahçesinde yetiştirilen sebzelerdi. Çoğu zaman tavuk gübresi kompostosu karıştırılarak sulanıyordu. Yiyeceklerin çoğu, çalıştığım tavuk fabrikasının ve bahçesinin ürünleriydi. Bütün bunları uzun uzadıya anlattım. Beni dikkatle dinlediler. Sonra “Tamam… Anlaşıldı” dediler.

”Meğer bu hormonlu yiyeceklerle, aşırı hormonlanmışım. Yediğimizin hepsi tüketilmemesi gereken yiyeceklermiş! Memelerimden gelen sıvı da, anamın ak sütü gibi bir sütmüş. Birden çok sevinmiştim. Karımın sütünün kuruduğunu ve bebeğimizi benim sütümle beslememde bir sakınca olup olmadığını sordum heyecanla. Birbirlerine hem şaşkın hem gülerek baktılar ve o an karar verdiler: “Elbette” dediler. O günden sonra, gizlice bebeğimi kendi sütümle beslemeye başladım.”

 “Bir rapor ya da bir belge verdiler mi bari?”

Sorumu başıyla “evet” anlamında yanıtladı. Bu trajikomik öykünün kahramanı delikanlı, bir gıda mağduru olarak şimdi boşanmak ve bebeğin velayetini almak istiyordu. Raporu masama bıraktı, ofisten ayrıldı. Hemen zarfı açtım: ”BESLENME VE HORMONAL BOZUKLUKLARA BAĞLI OLARAK JİNOKOMASTİ TESPİT EDİLMİŞTİR.”

Bu rapor mevcut bir rahatsızlığa işaret ediyordu fakat anlattıklarının ne kadarı gerçek ve ne kadarı kendi fantezilerinden oluştuğunu bilemezdim. Bazı gerçekleri abartması ve bazılarını da uydurması mümkündü. Beslenme ürünlerindeki genetik müdahalelerin, görünmeyen etkileri neydi acaba? Bu konu üzerinde derinlemesine düşünecek ne vaktim ne de imkânım vardı. Yine de bu tuhaf müvekkilimin hikâyesi, gıda üretim teknikleri ve katkılarının, insanlık için ciddi sorunlar yaratabileceği konusunda beni ikna ettiğini itiraf etmeliyim.  

AYŞEGÜL DOĞAL BESLENİYOR - Elvan Arpacık

Hayat annesine vermediği her şeyi kendisine verecekti!

Almasını çok iyi bilirdi Firdevs. Hayattan istediğini almak konusunda çok bilgiliydi, şanslı mıydı yoksa? Annesi gibi, genç bir kadın uğruna terk edilen altı çocuklu dul bir kadın olmadı. Kocası, Firdevs uğruna yirmi yıllık evliliğini bitirmişti!

AVM’lerdeki şık bir erkek giyim mağazasında satış görevlisi olarak çalışırken tanışmıştı eşiyle. Önce stil danışmanı olmuştu, sonra da eşi. Müteahhitliğe benzer bir iş yapıyordu kocası o zamanlar. Firdevs bugün bile kocasının tam olarak ne yaptığını anlayabilmiş değil.

Annesinin itildiği yolun aksi bir yol tutacağının işaretleri çalışma yaşamıyla başladı. Modayı yakından takip ederdi Firdevs. Vitrine çıkan her şeyi üstünde görmeye bayılıyordu. Ve her ama her şey çok yakışıyordu. Gençti, Güzeldi.

Zengin sayılmasa da onu rahat yaşatacak bir adamla evlenmişti. Otuzuna gelmeden iki çocuk yapmıştı, biri kız. Allah’ın bahşettiği bu şansın üzerine yan gelip oturacak kadar akılsız değildi. Güzellik geçiciydi.

Etraftakiler gibi genceleyim, inceleyim derdine düşmedi. Onlar iki çocuktan sonra fıçıya dönen bodur kadınlardı. Yarı aç yaşıyorlardı. Ama yine de kendisine verilmiş bu biyolojik özelliği korumak için elinden gelini yapardı. Kısa aralıklarla saç modelini ve rengini değiştirirdi; bir bakarsın sarışın olmuş, bir bakarsın esmer, kumral, kızıl, ebruli ve saçının cinsini kendisi de unutmuştu; kıvırcık mıydı, düz mü dalgalı mı, lüle mi? Postişler, rastalar, gününe – mevsimine göre…

İndirimleri hiç kaçırmazdı, müsrif de sayılmazdı. İkinciye hamileyken, göğsündeki silikonları çıkarttırdı. Emzirme bitince yine taktırdı. “Uzun boyluyum, inceyim, dekolte giyince iyi durmuyordu, o yüzden taktırdım kime ne” demişti. Çocuğu bakıcıya bıraktıktan sonra her gün düzenli olarak pilatese başladı. Yer hareketleri için mata uzandığında, iki çocuk emzirmiş Firdevs’in göğüsleri dimdikti. Kocası onu genç almıştı ilelebet genç kalacaktı. Ha çocuklarına da çok titizlenirdi. Onları spor okullarına yazdırdı. Köpek aldı. Firdevs hayvan sevmeyi çevresinden öğrenmişti, çocuklarına da sevdirdi. Onlara İngilizce öğretmeni tuttu. Kendisi de heves etti yabancı dil öğrenmeye. Kendini geliştirmeye kararlı ve azimliydi. Dışardan ortaokulu bitirdi. Lise ve üniversiteyi göze alamadı.

Arabası orta karar spor bir arabaydı, otomatik vites. Annesinin de vardı; steyşın, külüstür, arabaya benzer dört teker üzerinde giden mekanik bir şey. Kullanmayı nasıl öğrenmişti, ehliyeti nasıl almıştı? Ehliyetsiz mi kullanıyordu yoksa! Arabanın arka boş kısmını ineklere taşıdığı otla, samanla doldururdu. Beslediği ineklerin sütlerini de büyük boy pet su şişelerine doldurur, satardı. Altı çocuğunu da kentin varoşundaki ormanlık alana yakın çayırlık bir arazide inek besleyip süt satarak büyütmüştü.

Çocuklar büyüdükçe kocasının işleri, kocasının işleri arttıkça Firdevs’in de boş zamanı artıyordu. Böylece modayı daha yakından takip edebiliyor, alışverişe daha çok zaman ayırabiliyor, kendini yenileyecek zamanı rahatlıkla buluyordu.

Bu konulardaki tek başvuru kaynağı magazin programlarını kaçırmazdı. Hem başarılı hem de mükemmel eş ve anne olan kadınlarla yapılan söyleşileri can kulağıyla dinler, onların yaşam deneylerinden tüyolar kapardı. Bu başarılı hanımların Leonard Cohen eşliğinde boy boy pozları gelirdi ekrana söyleşi sonrasında. Firdevs, kadınların anlattıklarıyla şarkıcının söyledikleri arasında bir bağ olduğundan emindi. Şarkı işte, ha Ahmet söylemiş ha Leonard Cohen.

Hayatı ıskalamak istemezdi. Sıradan ağlak, o onunla çıkmış, bu bundan boşanmış türünden boş şeylerle değil, nerede ne yenir, nerede yeni bir mekân açılmış türünden kent kültürünü zenginleştirecek bilgiler veren programlar izlerdi. Bunların faydasını fazlasıyla görmüştü. Kinoe salatasını öyle öğrenmişti. Evindeki sirkeye balzamik dendiğini de…
Kaşlarının seyreldiğini ve içlerinin doldurulması gerektiğini de o programlarda fark etmişti. Çok iyi kaş yapan bir estetik merkezinin müdavimiydi. İpek kirpik, botoks ve bazı ufak tefek dokunuşlar…

Günleri dopdoluydu. Sabahları pilates, sonrasında programa göre çocukların İngilizce hocasını karşılama veya onları spor okuluna götürüp getirme, kişisel bakım kürleri, instagram, facebook, what’s up’tan haberleşmeler.

Yaz geliyor, teleme peyniri gibi havuz başına çıkmayayım, hafta sonuna konuklar var, çerkez tavuğunun yanına füzyon dedikleri bir sunum yapayım, üstüne de tatlı olarak peşmelba mı yapsam, ay ama daha şeftali çıkmadı ki… derken akşamları yorgun argın ama günü hakkıyla tüketmiş olarak yatağa giriyordu.

Öyle böyle derken etrafta ufak bir değişiklik gözüne çarptı; Çatalca taraflarından bir yumurtacı dadanmıştı oturduğu siteye. Komşuları bu yumurtacının yolunu gözler olmuşlardı. Pilates arkadaşlarının da sütlerini Çatalca tarafından sipariş ettiklerini öğrendi. Annesinin sattığı sütler aklına geldi ve çocukluğu; giysilerine inek kokusu sinen, hırkasına saman çöpleri saplanan, elleri hışır hışır hışırdayan annesi. Annesinin sağdığı sütlerden nefret ede ede büyümüştü, şimdi organik diye onları almak… Hayatın tuhaflıklarına anlam verilmezdi.
tr56
Çocuklarının iyi beslenmesi için market raflarının organik kısımları önünde zaman geçirmekten gocunmazdı ama yetmiyordu bu çaba. Organik beslenmenin, market raflarıyla sınırlı tutulamayacak ciddiyette bir iş olduğunu anlamıştı. Doğal beslenme trendinin dışında kalamazdı! O hiçbir trendin dışında kalacak kadın değildi.

Süt meselesi özellikle kafasına takılıyordu. Çocukken gurur kırıcı bulduğu annesinin inekleri sağarak geçimlerini temin etmeye çalışmasının, aslında organik süt üretimi çabası olduğunu keşfetmek şimdi gururunu okşuyordu sanki biraz. Ailesinin organik süt üreticisi olduğunu etrafına söylediğinde içine bir huzur doldu. Binadaki komşuları annesinin yeni müşterileri oldu, derken mahallenin yarısı. Haftada bir gidip sütleri alıp dağıtıyordu. Bu organik süt işini çok benimsedi. Adeta bu işle kimlik bulmuştu.

Yaz gelince sütün bozulmadan teslimi, beşer kilodan ikişer kiloya düşen teslimatlar, yazlığa gidenler derken işin keyfi kaçtı Firdevs açısından. Yeni bir uğraş bulmak istedi ve kendi çocuğunun doğum günü kutlamasından sonra “doğum günü organizasyonu” işine girişmeye karar verdi. Kararlarını çok çabuk alırdı. Hayat kısa, düşün düşün nereye kadar!

Eşin dostun çocukları için amatör ruhla ama canla başla doğum günü organizasyonları düzenledi. Bu organizasyonlara organik pastalar yaptırarak farkını ve iddiasını ortaya koydu. Fakat gel gör ki annelerini memnun etmek, çocukları memnun etmekten zordu. İleri yaşlarda bu kadar çok çocuk gürültüsü çekmeye tahammülü olamayacağı için birkaç girişimden sonra bu işi bıraktı. Çantalar ördü bir ara, içlerine “Firdevs’inn” yazan etiketler dikti. Eş dost arasında bir marka yarattı, markası instagramda çok destekçi buldu.

Kendi yaşamını kentsel dönüşüm projesi gibi dönüştürmüştü Firdevs. Köhne bir evin yıkılıp yerine rezidans dikilmesi gibi, çocukluğundaki yıkık dökük yaşamından yarı ihtişamlı bir yaşama atlayıvermişti. Çocuklarını da yavru rezidanslar olarak büyütmekteydi. Ancak farkında olduğu bir şey vardı; nasıl ki bugünün rezidansları yarının konut gereksinimini karşılayamayacak ve rezidans ötesi konforda konut üretmek gerekecekse, çocuklarının da geleceğin rekabet dünyasında ayakta kalacak biçimde yetişmesi gerekiyordu. Daha bunların üniversitesi var, mastırı var, yurtdışında biraz kalmaları gerekebilir, düğün harcamaları… Kocası bu mali konuları hallederdi, ona düşen sağlıklı bir kuşak yetiştirmek açısından uygun beslenme, spor gibi konularda çocukları için elinden geleni yapmaktı.

Şimdi sıra kocasının ortak olduğu inşaat şirketi sayesinde annesinin gecekondusunu rezidansa dönüştürmeye gelmişti. Bu arzuyla yanıp tutuşuyordu artık. Annesini o ahır bozması evden kurtaracaktı. Bu düşünce içini huzurla dolduruyordu. Fakat inekleri nerede otlatacaktı annesi? Hepi topu üç inekti zaten. İnekler için rezidans bitişiğinde ahır düşünülemezdi. Kocasına çok dil döktü: “Bu rezidans organik yaşam kavramıyla pazarlanabilir, inekler için küçük sevimli sempatik bir rezidans ahırı yapılabilir” diye ama adamın kafası yatmıyordu bir türlü; iki de bir aynı gerekçeyi gösteriyordu, “iyi tamam da çayır çimen nerede, araziye spor salonu, havuz, kafe ve market falan yapılacak. İnekler ortalıkta pisleyecek, anan mı temizleyecek!”

İnşaatın başlamasıyla bitmesi bir olmuştu. Ne kadar da çabuk yükselmişti binalar dizi dizi. Firdevs kocasını ve ortaklarını bir türlü bahçesinde ineklerin bulunduğu organik yaşam standartlarına sahip bir rezidans modeline ikna edememişti.

Barındıracak yer kalmayınca annesi inekleri sattı, kendisini emekli etti bir bakıma. Firdevs annesini kurtarmıştı, içi huzur dolu bir evlat olmuştu olmasına da, aklı niyeyse hâlâ organik beslenme işindeydi. Organik süt satıcılığı annelerin gönlünü kazanan daha itibarlı bir uğraştı sanki. Ama olmamıştı işte.


Firdevs bu aralar bütün trendleri yakından takip ediyor. Aklına yatan, uygulayabileceği bir trend yakaladığı anda işe koyulacak. Henüz ne yapacağına karar veremedi ama bir konuda kesin kararlı; ne yaparsa yapsın, gelirini Suriyeli çocuklara bırakacak. Çünkü izlediği programlardan birinde, bunu gerçekleştiren bir kadınla yapılan söyleşiye denk geldi ve çok etkilendi.