GELECEK SAYI

MAYIS SAYIMIZIN TEMASI "mayıs'ta erguvandır istanbul"

26 Nisan 2017 Çarşamba

TOMURCUK - Serap Kaşıkçı

                                           
                                
 Gardiyan beni içeri itip ağır demir kapıyı kapattı ardımdan.

Sırtım kapıya dayalı öylece duruyorum. Kapıdan ayrılırsam temelli bu hücreye ait olacağım korkusu büyüyor yüreğimde. Daha fazla yaslanıyorum geriye. Vücudum hareketsiz, gözlerimle tarıyorum etrafı. Bir yatak, sehpa büyüklüğünde eski bir masa, bir kırık sandalye. Lüksümüz bundan ibaret. Demirbaşlar; bir havalandırma deliği, bir alafranga tuvalet, lavabo, demir parmaklıklı küçücük bir pencere. Tek başımayım, tecritte. İyi ki sen varsın.

Koltuğumun altına sıkıştırdığım bir tomar kağıt düşüyor yere. Bomba patlamış gibi korkuyorum. Sayfalar etrafa saçılıyor. Birisi tam ayağımın dibinde, “Hükümlülere ve Tutuklulara Nasihatler” yazıyor üstünde, iri siyah puntoyla. Her mahkuma verilen hapishane yasası.

Eğilip alamıyorum, hala dimdik, kaskatı ayakta duruyorum. Demir parmaklıklardan hücreye dolan akşam güneşi parçalara bölünüyor, çoğaltıyor kendini. Kaleydoskobumu hatırlatıyor.  Biliyor musun, bu yaşımda bir oyuncağım var benim, daha doğrusu vardı. Polislerin evi basıp, her yeri didik didik aradıkları gece kırıldı. Pembe, mor, sarı, mavi mika parçacıkları dağıldı yere. Polislerin arasında kapıdan çıkmadan önce koşup pembesini aldım alelacele, cebime attım. Çocukluğum,  hayallerim, güzel yıllarım, hepsi onun içinde.

Ağırlığın arttı, ayakta duramıyorum artık. Yavaşça karşımdaki yatağa doğru yürüyorum, oturuyorum üstüne. Sert, hem de çok sert. Şiltenin altına bakıyorum, somyası yok, kuru tahta. Öz amcamın, o uğursuz gecede tek göz odalı evimize gelip, beni olanca gücüyle iteleyerek yatırdığı somyasız sert yatak gibi. Ben o geceye lanet ettim hep. Delirmiş gibi ağzından salyalar akıtarak üstümde soluk soluğa debelenirken ağzımı açamadım korkudan. Yoksa nasıl babamı öldürdüyse, annemi, kardeşimi de öldürecekti, öyle dedi. O gecenin tek şahidi, penceremizin önündeki kiraz ağacıdır. Kupkuru dalları kış rüzgârında sallanırken acımı paylaştı. Sonra tomurcuklandığında, yapraklandığında, çiçeğe durduğunda defalarca paylaştı acımı. On beş yaşımın baharını onun dallarına astım ben. Evimizin küf kokulu kilerine büzülüp neden kimselerin yüzüne bakamadığımı o anladı.

Hücrenin bir köşesine sıkıştırılmış lavaboya akan musluğun devamlı damladığını ilk kez ayrımsıyorum, odadaki ağır küf kokusunu da. Kalbim sıkışıyor, haykırmak geliyor içimden, şöyle avazım çıktığı kadar haykırmak! Sana zarar verir mi diye korkuyorum. Seni bu kadar kollayacağım hiç aklıma gelmezdi doğrusu!  Nasıl da uğraşmıştım öz amcamın dölünü söküp atmak için içimden. Ama bir yanın bendim. Vazgeçtim. Peki, hakkım var mıydı seni bu deliğe sürüklemeye? Bilmiyorum, bilemiyorum!   En iyisi uyumak! Kaybolan gölgeler geceyi çağrıştırıyor. Battaniyeyi başıma çekiyorum, yüzüm girdiğim kapıya dönük, sol yana yatıyorum. Gözlerim, kapının iki yanında uzanan gri duvarda. Kapının üstünde, daracık bir delik, demir çubuklarla kapanmış. Bir anlık bir ışık huzmesi sızıyor oradan, uykusuzluktan kapanan gözlerime. Deliğin iki yanında el izleri.

Kapı açılıyor sessizce, kimse duymuyor. Kocaman, kırmızı iki el giriyor içeri.  Yüzünü göremiyorum girenin, yüzü yok. Eller bana doğru uzanıyor, iki kıllı kol ekleniyor üzerlerine. Parmaklarından kan damlıyor. Battaniyeyi kaldırıp beni açıkta bırakıyor. “Kalk!” diyen bir ses var! Amcamın sesi bu. Tabancayı tutan elimi geri itmeye çalışıyor. Gözleri yuvalarından uğramış. Odanın duvarlarına yüzlerce göz serpilmiş. Kalkamıyorum üstünden, vücudum tonlarca kayanın altında kalmış sanki. Elimi karnıma götürüp seni yokluyorum. Kanlı el, karnıma uzanıyor. “Kalk!”. Yapamıyorum. Bu kez yatağı sarsmaya başlıyor. Birlikte çalkalanıyoruz seninle. Ellerim tutunacak bir destek arıyor. Sarsıntı dinmiyor. Bedenim parça parça ayrılıyor sanki.  

Siren sesleriyle uyanıyorum, kan ter içinde. Yerdeyim. Betonun ıslak soğukluğu içime işliyor. Çığlıklar, haykırışlar, “dışarı çıkın!” sesleri!  Coplar, hücrelerin kapılarını dövüyor. Birisi kapımı açmaya çalışıyor; yer titriyor, yapamıyor.  “Çıkın, deprem oluyor!” diye bağırıyor bir yandan.

Kapıya doğru sürüklüyorum bedenimi. Bacaklarımın arasından kızıl bir ırmak akıyor. Kasıklarımda cehennem yangınları. Gri duvar yarılıyor, iki el uzanıyor. Kollarımdan çekip buz gibi koridor boyunca sürüklüyor beni. Yer sarsılıyor. Duvarlardan kopan parçalar alnıma, göğsüme, vücudumun her yerine çarpıp kanatıyor. Çılgın gibi koşuşanlar tekmeleyerek, itekleyerek geçiyor yanımdan.  Ben tırtıl gibi büzülüp karnımdaki seni korumaya çalışıyorum. Adam, kalksana be kadın, diye bağırıyor bir yandan. Toparlanıp doğrulamıyorum. Kızıl ırmak kurudu ama yapışkan bir ıslaklık var bacaklarımın arasında. Göbeğimi mengeneyle döndürüp sıkıyorlar sanki, nefes alamıyorum. Adam, son bir gayretle beni dışarı atıyor. Kış ayazı olanca gücüyle yapışıyor bedenime. Karnımı kollarımla sarmalıyorum. Orda mısın bebeğim?  Zifiri karanlık, boşluk ve sessizlik her yanda. Birden üstünde yatıp kaldığım toprak titremeye başlıyor gümbürtüyle. Kalkamam, kaçamam! Sancılar, deprem gibi bir yandan! Haykırıyorum! Gökyüzü inliyor çığlıklarımdan, kim bilir kaç kez bağırıyorum avaz avaz. Sonunda, ıslak bir baş değiyor ellerime, bacaklarımın arasından bir hayat fışkırıyor. Doğrulup küçücük vücudu kavrıyorum sıkıca.

Hapishanenin bahçesinde günün ilk ışıkları, cansız bedenlerin üzerine doğuyor. Deprem dinmiş. Ben, toprağın üstünde sırt üstü yatıyorum hala, göğsümün üstünde kızım! Birazdan bizi bulurlar. Bebeğimin canhıraş ağlayışı yol gösterir onlara.        

           

                                                                                          

KAFKA'YA MEKTUPLAR - Mevsim Yenice


                       
            İyi öğlenler Kafka,

            Gerçek Milena, sahici Kafka'ya öğleüzerileri mektup yazar mıydı bilmiyorum. Birbirimize neden geçmiş yüzyılın en hüzünlü çiftinin isimleriyle sesleniyoruz, onu da bilmiyorum.

            Son mektubunu okuduğumdan beri, Cohen günlerdir kulağıma "Famous Blue Raincoat" fısıldayıp duruyor. Şarkıyı keşfettiğimiz yıl, aniden evlendiğim için bana kızıp okulu bıraktığın o yıl yani, çok yağmur yağmıştı ve sen gitmeden önce en çok bu şarkıyı dinlemiştik. Hava günlerdir tıpkı o kış gibi gri ve ıslak, belki bu yüzden Cohen ziyaret ediyor odamı.

            Mektubun bu kez bana iyi gelmedi. Aslında senin elinin değdiği her satır ruhumu hafifletirdi eskiden. Sanırım seninle göz göze gelmekten artık bu yüzden korkuyorum ve yüzünü görebilecek kadar yakınımdayken, aynı şehir sınırlarında mektuplaşmayı seçiyorum. Tıpkı senin, beni aramayı aklından bile geçiremediğin gibi. Bu yüzden çok uzun süredir beni ziyarete gelmeni istemiyorum.

            "Gecenin bir körü Birsen'i aramak istiyorum, 'Koca bir aşk büyütecek kadar yetişkin değildim, belki de seni, beni sevdiğin gibi sevemedim, yıllarca aşkını sömürüp seni incittim, özür dilerim,' demek istiyorum.

            Aslında engelleyemediğim bir istekle seni aramak, sesini duymak istediğimi fark ediyorum ama yapamıyorum. Seni aramayı bile düşünemiyorum. Bırak düşünmeyi aklımdan dahi geçiremiyorum. Sana söyleyeceklerim herkese söyleyeceklerimden daha çok. Ve hepsine verecek yanıtların var. Hepsini çürütürsün, benim adıma konuşur, benim adıma kararlar verir, aslında ne hissettiğimi, nasıl olduğumu söylersin. Çünkü sen beni hiç mantığını bırakarak dinlemedin, çünkü mantığını kenara bırakacak, duygusal bir şey gelişmedi içinde bana karşı."

            Tüm bunları okurken darmadağın oluyor içim. Seni en iyi tanıyan ben olduğum için değil, içimde mantığımı kenara bırakacak duygusal bir şeyler gelişmediği için. Hatta sen öyle sandığın ve yıllarca dizinin dibini göremeyip, beni de kör ettiğin için. Mantığımı kenara bırakacak bir şey gelişmedi içimde öyle mi sevgili Kafka? Tüm bu kelime oyunları, aramızdaki gel gitler, yıllardır adını bir türlü koyamadığımız ve "dostluk" diye kılıflandırdığımız ilişkimiz... Acaba Milena böyle bir satırın karşısında ne yazardı Kafka'ya? Artık hiçbir önemi yok aslında. Tüm keşkeler, zamanın kararlılığı karşısında, rüzgara savrulmuş kum tanelerinden farksız. Ne eskisi kadar genciz, ne senin sakalların hatırladığım kadar kızıl, ne sen Kafka'sın, ne de ben Milena.

            Hastaneye yattığım ilk kış, Birsen ziyaretime gelmişti. Buz gibi soğukta, etrafa saçılan çam kozaklarının eşliğinde bahçede yürüdük, koluma girdi. Gülkurusu paltosuyla, koltuk altımdan girip kavradığı kolum, aramızda kalan son köprüydü.

            Bundan sana hiç bahsetmedim. Beni çok önemsediğinden değil elbette, enkazımı görmek, hatta yeniden filiz veremeyeceğimden emin olmak için gelmişti biliyorum ve inanır mısın buna izin verdim. Seninle aramızdaki bağı asla çözemediğinden, belki de beni ondan daha çok sevdiğini düşündüğünden, yıllarca azap çekmemiş miydi? Benim yenildiğimi, pes ettiğimi görmeye hakkı vardı. Bana kitap ve sigara getirmiş, o gittikten sonra hepsini etraftakilere dağıttım. Giderken karşımda bir heykel kadar hareketsiz durup, ellerimi tuttu. Bu birbirine dost görünen iki kadim düşmanın birlikte rol aldığı son savaştı, biliyorum. Gözümün önüne kitabımın ödül töreninde kendini sahneye atıp, "Bu kadın hırsız, yalancı. Bizim hayatlarımızı izinsiz anlatıp, kitap yazıyor," diye bağrışı geldi. Beni en çok ne üzerdi biliyor musun Kafka, Birsen'in kitaptaki karakterlerden, zayıf ve aldatıldığının farkında olmayan kadın karakterim yerine, gururlu ve zeki olanıyla kendini özdeşleştirmiş olması. Tam soracak gibi oldum, sonra vazgeçtim. İlk defa gerçekten gözlerinin içine bakıp, "Yıllarca farklı cephelerde, hatta kimi zaman birbirimize karşı savaştık ama üzülme, o seni benden daha çok sevdi," dedim sessizce. Bir daha da gelmedi zaten.

            O gittikten sonra, gece aklımda hep "Guguk Kuşu" filmi vardı. Birsen, sen ve ben üniversitenin ilk yıllarında, film kulübünde yan yana izlemiştik, hatırlıyor musun? Akıl hastanesinin eğlenceli bir yer olduğunu konuşup durmuştuk, ne büyük bir yanılgı. Ben kendimi Jack Nicholson ile özdeşleştirmiştim ve ne zaman canın sıkılsa, sana filmden replikler söyler, hepimizin delilerin içinde kalmış akıllılar olduğumuzdan bahsederdim. Guguk kuşları, kanatlılar arasında şefkat duygusundan en yoksun kuşlardır sevgili Kafka.  Anne guguk kuşu yumurtladıktan sonra, yumurtasını diğer kuş türlerinden birinin yumurtaları arasına gizlice koyar. Yavru kuş büyüdüğünde de ev sahibi yavruları öldürür ve yuvadan uçar gider. Anneden yavrusuna geçen kötü bir huy gibi düzen böyle sürüp gider. Şimdi geldiğim noktayı düşününce, bu bana çok ironik geliyor. O gece tüm bunların gölgesinde, derinleştirilmiş uykumdan uyanıp uyanıp acınacak halime güldüm.

            Milena gibi devrimci bir kadının adını kendime rumuz seçmek öyle mi? En büyük devrimimin ne olduğunu düşünüyorum da, küçükken annem ve babamı hiçe sayıp İzmir'den İstanbul'a yerleşmek olsa gerek... Aslında her şey o devrimle başladı. Tüm yok edişler, parçalanmalar ve yeniden doğmalar. O günden sonra gitmeyi alışkanlık edindim ben. Gidebildiğimi gördüm çünkü. Bu satırları yazarken hemşire masaya yanaşıp ilaçlarımı bıraktı. İçtiğimden emin olana dek bekledi, ağzımın içini kontrol etti ve sonra gitti. Bu ilaçların hepsi, içimde mantığımı kenara bırakacak bir şey gelişmemesi için, evet tam da bu sebeple. Duygular kötüdür çünkü. Baş etmesini bilemeyenler için bir şarjör mermiden başka bir şey değildirler.

            Tıpkı anıların geçmişle işi olmayanlara güzel gelmesi gibi.

          Her öğlen, karşımda duran dev manzaraya bakıyorum. Usta bir ressamın elinden çıkmış "Deliler Hastanesi" adlı yağlı boya bir tabloda, bir figüran olduğumu hayal ediyorum. Gerçeklikten uzaklaşabilmenin en güzel yolu bu, hayal etmek. Oysa gerçeklik çok daha berrak, soğuk bir mermerin tenimize değmesi kadar ürpertici. Kocaman geniş bir hol var, tüm deliler (ki ben bize -anlaşılamayanlar- demeyi tercih ediyorum) orada toplanmış, bir şeyler yapıyorlar. Duygularının körelmesi için aldıkları haplar işe yaramış besbelli, her şey süt liman. En gencimiz, soluk benizli parmaklarına tutuşturduğu renkli pastel boyalarla, önündeki kağıda bir şeyler karalıyor. En güzelimiz, bal rengi saçlarıyla eskimiş siyah piyanonun başında. En pasaklımız, çizgili pijamasının lastiğini çekiştirerek dama desenli yer karolarının üstünde yürüyor. Hafifçe yaşlı olanımız, kahverengi sallanan sandalyesinde dev pencereden bakıp, hiç gelmeyecek olanı bekliyor. Huysuzlananlardan biri, elinde sarı bir yün yumağıyla, duvara gözünü dikmiş, söyleniyor. Bense kırklarının ortasına henüz ulaşmış, saçlarının bir tutamı bile beyazlaşmamış, hayatın anlamsızlığını kaldıramamış ve intihara teşebbüs etmiş bir kadın olarak, oturmuş sana mektup yazıyorum.

            Milena, Kafka, sen ve ben. Bu oyun ne zaman başladı, nasıl bizi sardı hatırlayamıyorum bile. Ortak paydalarda birleşmek miydi bizi onlara yakın kılan? Belki de bu büyük bağlılığın odak noktasında, ikisinin de hayatlarındaki "baba" figürü etkili olmuştur. Bitmek bilmeyen öfkeleri, ama içlerinin bir yerlerinde kalan ve kurtulamadıkları sevgileriyle, en eksik yanlarında birbirlerini buldukları fikri. Nasıl Kafka'cığım, tanıdık geldi mi?

            Geçenlerde -anlaşılamayanlar- hastanesinde bir kutlama oldu. Birçok anlaşılamayanın ailesi ziyarete geldi. Odamdan çıkmak istemediğim için, tüyleri tüm bedenimi kaşındıran battaniyemi tepeme kadar örtmüş, yatağıma uzanmıştım. Bazen duvarların, çarşafların, hapların beyazlığını görmek istemiyorum. Öyle günlerde gördüğüm her beyazlık, yaşayacağım ömür haneme bir gün daha ekleyecekmiş gibi hissediyorum. Hemşirenin biri odama girip beni kontrol etti ve sonra "Sizin aileniz yok mu, aşağıda beklesenize," dedi. O an düşündüm. Ben hiçbir pazar günü, evimin bulunduğu sokağın köşesindeki balıkçıdan balık, yanındaki manavdan da yeşillik alarak eve gitmedim mesela. Eve gelince elimdekileri mutfak tezgahına bırakıp, hemen evdekileri doyurmak için kolları sıvamadım. Yani ben hiç aile olmadım Kafka. Eskiden hiç önemsemediğim o olgu, o gün benimle alay etti. Sen geldin aklıma. O huysuz erkek kardeş gibi bakan ela gözlerini, babacan sakallı suratını düşündüm. Sen benim pekala hem babam, hem kardeşim olabilirdin. Başka şeyler de olabilirdin ama onu da berbat ederdik, adım gibi eminim. Seni arayıp çağırmak isteyecek kadar gardım düştü o gün. Geniş holden gelen piyano sesleri, gülüşmeler, alkışlar. Hepsine eşlik etmek istedim senin koluna girip. Tabloda ikimiz olalım istedim, bir aile olalım. Yapamadım. Kendi fırtınasını camdan bir kürenin içine yerleştirmiş bir kadınım ben. Hani şu salladıkça kar yağan, içi su dolu küreler var ya. Sanki bir el gelip arada benimkine uzanıyor, sallıyor ve kaos bitene kadar izleyip gidiyor.  O gün de üstüme karlar yağdı yağdı, sonra durdu işte.

            Bir sabah, kulağıma gelen kahkaha seslerini takip eden ayaklarım sayesinde, kendimi yan odada kalan emekli tarih öğretmeninin yanında buldum. Oda kahkaha atan hemşire ve peşi sıra gelen hastalarla doluydu. Aceleyle yatağımdan fırladığım için ayaklarım çırılçıplaktı. Kalabalığı birazcık yarıp manzaraya yakınlaştığımda, tarihçinin yatağına enlemesine yattığını gördüm. Kafasına birkaç tane koyu renk kravat bağlamış, tüm giysilerini yatağa ve bir tepeyi andıran göbeğinin üstüne yığmış, yataktan sarkan kafasıyla tersten bizi izliyor ve kımıldamadan yatıyor. Yanına gidip, "Cezmi Bey, ne yapıyorsunuz?" diyen hemşireye ne dedi biliyor musun Kafka? "Yatağımla dertleşiyorum." Tam o an, yere çıplak basan ayaklarımın altından cayır cayır yanan bir ateş tüm bedenimde gezinmeye başladı. Yatağıyla dertleşiyordu, hepsi bu. Bir ailesi olduğunu odasındaki fotoğraflardan biliyordum. Bizler vardık sonra, aynı tabloda rol aldığı, bir sürü aklı başında tablo figüranı. O hepimizi es geçti ve dertleşmek için yatağını seçti...

            Mektubunda tekrar tekrar okuduğum birkaç yer oldu. Altını çizmek istedim ama mektup gibi bir şeyin orijinalliğini bozabilecek kadar delirmedim henüz.

            "Üstünü tozlarla kaplıyor zaman her şeyin, bir şeyler gelip üflüyor sonra, tozdan gözlerin kızarıyor. Eski fotoğraflar gibi. İnsan kaybettiklerini fotoğraf albümlerinde saklıyor. Sonra içimde her gün bir kenara sıkıştırıp fırçaladığım, özgüvenini paramparça ettiğim adam, kalkıp ağzımı burnumu kırsın istiyorum."

            Okuyorum, okuyorum ama beynimin içindeki kemirgenlerden senin gerçek sesini duyamıyorum. Selin'in sesi geliyor kulaklarıma cılız bir ağaç dalının hışırtısı gibi ürkek ve silik, "Anne beni de götür, burada bırakma." Bir çocuğun sorumluluğunu kaldıramayıp, kaçıp uzaklara yerleşecek kadar bencildim ben. O yüzden şimdi geldiğim noktaya, bulunduğum yere üzülerek zaman geçirmiyorum. Selin babasına çekmiş neyse ki. Onun gibi merhametli ve geçmişi hemen unutabilecek kadar zayıf bir hafızaya sahip. Anne guguk kuşu döngüsünü burada kırdığımızı hissedebiliyorum işte. Keşke, gece kadar karanlık uzun saçları, iki kaşının ortasını ikiye bölen hayat çizgisi ve büyük bir kadını andıran ses tonu da bana benzemeseydi. Hafta sonları bazen ziyaretime gelip bana kitap getiriyor. Bahçeye çıkıp seninle son geldiğinde oturduğumuz kırmızı bankta oturuyoruz. Onlarca delinin, yani -anlaşılamamışın-, hikayesine ev sahipliği eden yüzyıllık çınar ağacının gölgesinde otururken, onun anlattıklarına odaklanamıyorum. Ağacın kuru çatırdamalarını duyar gibi oluyorum. Bir kurt edasında dikkat kesiliyor kulaklarım. Benimle aynı bakan ela gözlerinin içine dalmamak için getirdiği kitapların sayfalarını inceliyorum, ayaklarımın altındaki kurumuş yapraklarla oynuyorum, karşımızda duran bizim Rodin'in, Düşünen Adam Heykeli'ne dalıp gidiyorum. Şimdi sıkı dur, bu heykelin diğer kopyalarının bulunduğu bazı yerleri söylüyorum: Tokyo Batı Sanatları Ulusal Müzesi, Vatikan Müzesi, Detroit Sanat Enstitüsü, Baltimore Müzesi ve bu hastanenin bahçesi. Şimdi işe bu yönden bir daha bak, buranın hastane değil de, değerli bir tablonun sergilendiği bir müze olduğuna inanmak sence ne kadar delice?

            "Hayatta ağzının payını en çok verdiğimiz kişi kendimiziz herhalde. Bazen düşünüyorum birinin üstüne bu kadar gitsem, kendini keser. Mektuplarında hep, kendi işe yaramazlığından bahsediyorsun. Belki senin de ağzını burnunu kırar şu ezdiğin kız...

            Yazmak, üretebilmek. Yazabilmek. Elinde güzel bir şey var Milena, ama sakat bir şey, öyle dengesiz bir şey ki, beslendiği topraklar hep tekinsiz, hep bir garip. Ya buna razı olup onu doyuracaksın, ya da uzak durup düz olmaya çalışacaksın, ortalama bir ömürle en azından rutin bir ızdırapla, bildiğin acılarla yaşayacaksın. Arafta kalamazsın. Ya delirteceksin kendini, delirttikçe açacaksın zihnini, açtıkça yazacaksın, kimselerin girmediği sokaklarda yürüyeceksin, herkesin gizlediği odalara gireceksin, loş ışıklar altındaki kağıda hayat vereceksin ve zaman akacak sözcüklerin üzerinden, sözcükler koparacak bağlarını senden. Bazen kaybettiğin aklını huzurlu bir İzmir sıcağında, oyuncakçı dükkanının gölgesinde bulacaksın. Ya da vazgeçmene öfkelenip, karlar altında bir coğrafyada denize yürüyeceksin. Bunu yaptıkça nefes alacaksın."

            Yazmak artık yüreğimi hafifletmiyor Kafka. Yazmak için yerleştiğim hayatlar, içine girdiğim kimlikler, tekrar tanışıp tekrar kaybettiğim insanlar... Hepsi için çok üzgünüm ama ben artık pes ediyorum. Deliliği bir halt zanneden ve yazar olmak isteyen genç şapşalların tüm kitaplarımı okumasından, hastaneye gelip beni ziyaret etmesinden, beni idol seçmesinden bıktım. Benim duygularıyla yüzleşmekten kaçan, korkak bir yazar olduğumu anlayamayacak kadar aptallar. Yayınevlerinden arayan ve sürekli hastanede bir şeyler yazıp yazmadığımı soran editörlerin de canı cehenneme. Sana yazdığım mektupları ele geçirseler, "Bir Delinin Gizli Mektupları" olarak basarlar eminim. İlla basacaklarsa madem, "Kafka'ya Mektuplar" olsun adı isterdim. Hem şu bizim anlaşılamayanların tablosu var ya, onu da William Turner'ın boyamasını o kadar çok isterdim ki. Ben ve tüm şu deli fikirlerim. Hem daha ne kadar delirebilirim ki sen söyle? Bir yaşam tarzı olarak bildiğim her şeyi yapmadım mı? Sürekli yazmadım mı?

            Mektubunun en hoşuma giden kısmına geliyorum şimdi.

            "Hoşçakal Milena,
            Belki zaman değişir, kalbimiz başka bir dünyada gezer."

            Senin elinden çıkmış ve bana dair en güzel şey değil, biliyorum. Çok daha incelikli ve güzelleri olmuştu. "Seni seviyorum" mesela. Nedense baharın şu ilk günlerinde, tıpkı kendimi öldürmeyi denediğim zamanki gibi, güneş sabahları hole bakan ve kendimi tabloda hissettiren o ince koridorun penceresinden içeri sızıyor. Eskisi gibi gerçekten hayal kurabiliyor olsaydım, elimden tutup beni sadece ikimizin olduğu, tüm gerçekliğin silindiği bir zamana götürmeni isterdim.

            Rüyalarda gördüğümüz herkesi, daha önce mutlaka bir yerlerde görmüş olduğumuzu okudum Selin'in getirdiği kitaplardan birinde. Yani beynimizin hiç tanımadığı birini yaratma özelliği yokmuş rüya görürken. Yıllardır, ikimizi de bir yerlerden tanıyan birinin, Birsen'in mesela, rüyasında gördüğü iki karaktermişiz gibi hissetmekten yoruldum. Artık Birsen rüyadan uyansın, bizi serbest bıraksın istiyorum Kafka. Tüm gerçekçiliğimle sana veda ediyorum sevgili dostum. Artık yazmak, yazmak için başka hayatlar çalmak, konuşmak, anlatmak ve anlamak istemiyorum. Ömrümün geri kalanını bu yağlı boya tablonun içinde, masada oturmuş mektup yazan eski bir yazar olarak değil de, kollarını birbirine bağlamış öylece boşluğa doğru gülümseyen bir deli olarak geçirmek istiyorum. Orada bir yerde mutluymuş gibi...

            Bir daha bana mektup yazmazsan sevinirim.

                                                                                                           Sevgiler,
 Milena
                                                        


25 Nisan 2017 Salı

KADIN MİKOLOJİSİ - Elvan Arpacık


Sabah havalandırmadım mı ben bu mutfağı, nereden geliyor bu küf kokusu? Şu market torbalarını boşaltayım, buzdolabına yerleştireyim bir an önce, çayı da ocağa koyayım hemen, kız gelir şimdi anne karnım aç, tost yap diye.

A, bak görüyor musun tost dilimleri küflenmiş, bundan geliyormuş koku. Tam İskoçya dağlarına sabah çökmüş sis rengini almış ekmek dilimlerinin üstü. Neden koyu çağla yeşili değil de İskoçya dağlarına sabah çökmüş sis rengi dedin Sabire? Sanki gittin, gördün!

Gidemedim! Tam gidiyordum, Melek geldi. Kurtarıcı meleğim olarak geldi, evliliğimi kurtardı. Beni de doktora tezimden vazgeçirdi. Yani tam vazgeçmemiştim, hazırlıklarımı bitirmiş İskoçya’daki konferansa katılacakken Melek dünyaya gelmek için acele etti. Neye niyet neye kısmet derler ya.

Fuat; sütüm var da emzirmiyor muyum diye arkasını dönüp uyudu, sabah işe gidecekmiş. Melek çocuk yuvasına giderken şu mikoloji tezini bitirirdim, tembel Sabire etrafını suçlama. Melek iki yaşındayken, Taykan karnımda beş aylıktı. Arası iki yaş olsunmuş, adam mühendis ya, işi gücü rakamlarla!  

Biyoloji okurken, çevrecilik, şu bu derken mikoloji-mantar bilimi alanında uzmanlaşmaya niye karar vermiştim? Çoğu kimsenin ha, mitoloji okuyorsunuz, çok güzel veya psikoloji okuyorsunuz demek, çok iyi dedikleri mikoloji. Haklılar; çok bilinen bir alan değil ki.
Ah tost dilimcikleri, demek sizleri unutmuşum ha; nerede olsa tanırım unutulmanın ağır kokusunu. Olduğu şey olmaktan çıkıp başka bir şeye dönüşmenin yaydığı koku; dibe itilmek, bir köşede sıkışıp kalmak… Dönüştürülecek şey için bütün çevresel koşullar özenle hazırlanır, kendisi olmak engellenen, kendisi olmanın önündeki engelleri aşamayan teslim olur ve sonunda başka bir şeye dönüşür. Dönüştüğü şey de bünyesine uymayınca iki arada bir derede kalır; o artık ekmek değildir, ama mantar da…  Sabire, altı üstü ekmek küflenmiş diyeceksin bir ton laf ettin.

Yarın kayınvalideme gideyim, uzun zamandır gidemedim, önce anneme uğrayıp yeni bakıcı işini ayarlamam lazım. Allahtan kayınvalidenin eli ayağı tutuyor, bir de ona yetişmem gerekecekti. Orhan yurtdışında, burada olsa ne olacaktı? Orhan’ın karısı böyle şeylere şaşkın şaşkın bakar, elin Alman’ı anlamaz ki, yaşlılarımızı niye huzurevine göndermediğimizi. Orhan da Fuat da kafa yormaz böyle konulara. Telefonla arar sorarlar analarını. Şekeri yükselse, e olur böyle şeyler yaşlılıkta der geçerler. Peki, kocamın annesi benim niye umurumda?

Koskoca gün kayınvalideydi, annemdi derken geçti gitti işte. A yine küf kokusu geliyor burnuma. Yılların alışkanlığı diyeceğim ama laboratuvar yıllarının üzerinden 20 yıl geçti. Dün iyice havalandırdım burayı ama yine aynı kokuyu alıyorum. Hah yakaladım seni, benden kurtulamazsın! İyice sulanmış vıcık vıcık olmuş bu ıspanak ıyyy. Eh Sabire, ıspanak bekler mi? Aldığın gün pişireceksin bunu, dayanmaz işte, sebzeliği de batırır, şimdi bir de sebzeliği sil temizle. Temizlik bizim işimiz.

Yarın Fuat’ın ceketini kuru temizlemeye vermem gerekiyor. Ipad’ini de alayım servisten, araya hafta sonu girerse, başımın etini yer, niye unuttun, unutmamak için yaz bir yere, not al demedim diye. Not alınca işler kendiliğinden halloluyor sanki Fuat işte. Meseleler onun gözünde hep mekanik olarak çözümlenir, mühendis kafası ne olacak! Şu bulaşıkları, ütüleri, alışverişi, hasta bakımlarını, çocukların arkasını toplamayı da formüllere döksen de ben de uygulasam be Fuat. Onun kafasındaki formül belli: Sabire! Sabire ona yetiş, Sabire buna yetiş! Suç bende! Ne güzel mantarlarımla uğraşacaktım, ne oldu? Mikolojide öğrendiklerimi evdekilere iyi mantar yemekleri pişirerek uyguluyorum.

Oğlanın eşofmanlarını makineye atacaktım, unuttum bak, şimdi açarım makineyi, koyarım kaloriferin üzerinde kuruturum, yarına hazır ederim. Taykan da babası kılıklı. Ha Fuat ha Taykan. Melek’le ilgilenebildiğim kadar ilgilenemedim Taykan’la, oğlum gözümün önünde, günden güne babasının huylarını aldı.

Koskoca gün kuru temizlemeciydi, marketti, kabak tatlısıydı, yönetimin aidatıydı derken bitti, bir de Oya’nın çenesi… Telefonda adını görünce açmayacaktım ama kaçtır atlatıyorum, anlayacak diye açtım mecbur. Emekli, kocadan rantiye, evde gündelikçisi, karışanı görüşeni, çoluğu çocuğu, sorumluluk alacağı ebeveynleri yok, zamanı çok konuşur tabii.
Önümüzdeki hafta çizdiğim mantar resimlerini bulup çıkarayım, nereye koymuştum acaba? İyi durumda olanları çerçeveletirim belki.

Yarın babamın ilaç raporlarını uzattırmak için hastaneye gitmemiz lazım. Güven’e kaç kere işini gücünü ayarla da babamızın şu rapor işini hallet dedim, abla fizik tedavim var, zaten işten zor izin aldım diye sızlandı, beceriksiz. Herkesin işi var! Benim işim de herkesin işini yapmak!

Koskoca gün babamın yürümesiyle, hastanede oradan oraya koş bitti işte. Yine koku sinmiş buralara!? Yakınlardan bir yerlerden geliyor. Lavabonun altı! Boru su sızdırmış olmalı, hayret fark etmemişim, İskoç dağlarına çöken sis rengi aşamalarını çoktan geçmiş, Uludağ’da kar durumuna gelmiş bu duvar. Çukurova’nın pamuk tarlasına dönmüş diyeceğim ama Çukurova’da pamuk ekiliyor mu hâlâ? Ne oldu pamukçuluk da mı bitti memlekette? Memlekette her şey bitti tükendi, bir senin işlerin bitip tükenmedi Sabire!

Yarın şu lavabonun altına bir baktırayım, çok masraf çıkmasa bari… Ay neyse bitki çizim kursuna yazılsam mı? O tatlı ekru renkli gövdelerinin tepelerine, pembe karamel arası şapkalarını, şapkalarının üzerine soluk turuncu benekleri kondurabilir miyim? Çizebilir miyim o incecik damarları, dokuları, bu yaştan sonra? Yakın dört, uzak üç numara…

İyi de salonun duvarları niye yeşile çalan bir renge dönmüş. Hoş ben küf rengini çok severim de, bu renk değildi ki duvarlar, Fuat’ın tercihi açık sarıya boyatmıştık. En çok Fuat bozulacak bu işe. Duvarlar küfleniyor Sabire! Nereden rutubetleniyor bu duvarlar? Temelden su alıyor desem, sekizinci katta su ne gezer? Çatıdan gelse… Yok artık, çatıya kadar aramızda dört kat daha var. Fuat istedi bu katta oturmayı manzarası varmış. Sanki evde oturduğu var. Akşamdan akşama geliyor, yemekten sonra horul horul sızıyor. Bütün gün evde olan benim, ama benim de bir durup manzaraya bakacak vaktim olmuyor. Manzara da ne sanki önümüz biraz açıklık, oraya da yakında bir bina kondururlar.

Yarın yönetime gideyim çatı meselesini söyleyeyim. Dünden yemek var, oğlan da okuldan halı saha maçına gidecekmiş, oh ben de sanat malzemeleri satan, o içinde kaybolduğum mağazaya giderim, kitapçılara uğrar, mikoloji üzerine yeni yayınlar gelmiş mi bakarım.

Ama bu küf kokusu iyice arttı, her tarafı sarmış. Tırnaklarıma küf yeşili oje mi sürmüşüm ben? Oje sürecek, oje sürmeyi akıl edecek zamanım mı var benim? Melek’in ojesidir herhalde, sürmüşüm demek ki. Kazağımı yeni değiştirdim ama koltukaltlarıma deodorant yerine küf kokusu sıkmışım sanki. Allah Allah, olur şey değil, aynanın arkası da küflenmiş. Evi küf alıp yürümüş Sabire! Ev, ev olmaktan çıkmış mikoloji laboratuvarı olmuş.

Aynadaki ben miyim!!?? Saçlarım yeşil! Gözlerim de, tenim de!!!… Bacaklarımda ikinci doğumdan kalma varisler var ama bu kadar da değil. Bildiğin iki yeşil sütun belimden aşağı uzanıyor. Koku çok çok yakınımdan, kendimden geliyor, hatta beynimden bütün vücuduma yayılıyor sanki.

Bir gün sonra, bir hafta daha, bu ay çıksın, önümüzdeki yılı atlat derken, kendimi unutmuşum! Küf tutmuşum!






VE BİR BALONLA İLGİLİ OLABİLİRDİ HER ŞEY - Metin Çalışkan


İp, Çocuk’un elinden kayıyor aniden. Çocuk, incinen taraflarını nereye sakladığını unutan Kadın’ın elinden… Kırmızı bir balon havalanıyor usul usul.

Çocuk, balonun peşine düşüyor.

Kadın, kimselere anlatamadığı düşüşlerinin…

Çocuk koşuyor. Güvercinleri geçiyor. Yem Satıcısı’nı geçiyor. Kimselerin yanına yaklaşmadığı, çöpten bulduğu defterine bir şeyler karalayıp duran Kuş Bilgini’ni geçiyor. Yalnız, ağaçları geçemiyor, yalnız, o gür, yeşil yapraklı ağaçlar bir türlü bitmiyor.

Balon giderek yükseliyor. Kadın, Çocuk’a bağırıyor.

“Yapamazsın Çocuk! Hakkın yok, hem vakit doldu” diye.

Çocuk umursamadan zıplıyor gökyüzüne, balona… Yetişemiyor. Tahterevallilere çıkıyor, kaydıraklara tırmanıyor, ağaçlara uzanmaya çalışıyor, olmuyor.

Kadın, resmi adımlarla ona yaklaşıyor. Çocuk biliyor ki, artık uçması gerek. Biliyor ki başka türlüsü imkânsız. Kadın yetişemeden, uyuklayan Yem Satıcısı’ndan yarım bardak yem aşırıyor. Gözü yaşararak hepsini yutuyor. Kanatlanıyor. Balonun arkasından güneşe doğru uçuyor.

Kadın, Çocuk’u geri götürememesini açıklayıp açıklayamayacağını tartıyor. Çaresi kalmadığına inandığı an, prova etmekten yorulmadığı bir pişmanlık ifadesiyle iç cebinden sapanını çıkarıyor.

Kuş Bilgini, balonun ardına takılıp gökyüzünde kaybolmak üzere olan çocuğa bakıyor. Yeni Türler başlıklı defterine hızlı hızlı bir şeyler yazıyor.


Kadın, parmaklarıyla lastiği gererken, ben de kaç defa vuruldum, diye içinden geçiriyor. 

24 Nisan 2017 Pazartesi

BİRDENBİRE - Meltem Uzunkaya


Aniden kararan havada yağmurun kokusu vardı. Adem, elindeki çapayla şebboylara saldırdı. Çiçeklerine, tomurcuklarına bakmadan köklerinden sökmeye başladı onları. Hülya’nın şebboylarını. Oysa o istemişti bahçeye dikmek. Eski bir Anadolu kilimi gibi rengârenk, ezik ve yaralı çiçeklerini saçıp kokularını havaya salarak toprağın üstüne dağıldı şebboylar. Hülya gibi koktular. Sanki o an küçük bir çocuktu adam; içini çekerek altın rengi, sarı, mor yapraklara baktı. Elleriyle dizlerini dövdü, o yetmedi toprağı dövdü. Sonra küfürler savuran çılgın bir adama döndü bu küçük çocuk. Hızla soludu, toprağı yumrukladı, titreyen elleriyle sigarasını yaktı. Çektiği dumanla birlikte öfkesi,  titremesi,  durulurken Hülya, evre, kitle, meme, ameliyat sözcükleri kafasında dönüp durmaya başladı. Bu dönme dolabı durdurabilmek için sigarasından üst üste nefesler çekti içine. Az önce köklerinden sökerek öldürdüğü şebboyların yanına bıraktı kendini. Ölü bir Adem gibi uzandığı yerde, ölü bir Hülya düşüncesi geldi aklına. Toprağın kucağında ve gri göğün altında, kıpırtısız, Hülya’sıyla yan yana yatışlarını hayal etti… Gülen yüzünde açan gamze gülleri solmuş, taşkın nehirler gibi kabaran saçları kurumuş. Öylesine canlı bir hayaldi bu, ölmüş de dirilmiş gibi kolları, bacaklarına hükmedemiyordu.  Alnına düşen ilk damlalarla karabasandan uyanır gibi yavaşça söküp doğrulttu kendini toprakta uzandığı yerden. Teker teker düşen yağmur damlalarının altında kutsanmış bir rahip misali dizlerinin üstüne çökerek yemin etti. Hülya’ya…Yemin olsun ki çiçekleri söktüğü gibi sökecek!
***
Hava birden karardı. Evin üst katındaki bahçeye bakan odasında, pencerenin önünde duruyordu Hülya. Bahçedeki Adem’i değil, Hasan Dağı’nın karlı zirvesini, toplanan bulut kümelerini izliyordu dalgın gözlerle. Meme kanseri olduğunu öğrendikten sonraki günlerde odasına kapandığından tek yaptığı, uzaklara bakarak kendini avutmaktı saatlerce. Kimseyi görmeden, dokunmadan ve konuşmadan, bulutlar gibi dağılıp birleşen anıların, düşünce ya da düşlemlerin izini sürüyordu camın ardında.
İki gün sonra ameliyat olacak. Karmakarışık sürüklendiği, tetkikler için koşuşturduğu, bekleyiş ve umutla bezeli haftanın sonunda o kadar yorgun hissediyor ki kendini. Kemoterapi, radyoterapi günleri bile başlamadan, işin başında bu tükenmişlikle nasıl devam edeceğini düşünüyordu. Şimdi uzak bir denizin kıyısında olsa, kumsala vuran şıpırtıların ninnisinde, güneş tam da batmaya yakınken, ılık bir öncesizlik ve sonrasızlık içinde uyusa, uyusa... Dostlarının, yakın bildiklerinin acıyan yüzlerini unutsa. Kanser olduğu söylenen kadın kendisi mi, yoksa bütün yaşananlar onun başına mı geldi? Peki o bunu hak edecek ne kötülük yaptı? Tüm hafta boyu süren kan ve röntgen tetkikleri, endişe, uykusuzluk, internet araştırmaları, doktor görüşmeleri, telefon trafiği, cevapsız sorular onun değil de şu aksini pencerede gördüğü kadının yaşadıkları gibi geliyor. Sahi kim ki bu kadın?  
      
Pencerenin karanlık camındaki akse doğru yaklaşınca annesinin yüzüyle karşı karşıya geliyor. Yakınlaşıp uzaklaşarak, yan dönüyor. Neredeyse on beş yıl önce bir hastane odasında ölen annesinin, kendini almaya, kurtarmaya geldiği sanrısına kapılacak Hülya. Şimdi annesi camın ardından umutsuzluk içindeki narin yüzüyle bakıyor Hülya’nın yüzüne oturmuş yüzüyle. Dehşetle fark ediyor, kanserden öldüğünde kendi yaşındaydı annesi  de.  İlkokula giden kardeşi Nermin “bizi neden bıraktı” diye ağlamış, isyan etmişti günlerce. Hülya ise hep susmuş, büyük kardeş olarak, yasını yaşamamış, vakur, mağrur, annesinin bedeniyle birlikte gömmüştü tüm anılarını da. Böyle daha az acı çekerim sanmıştı. Ama ne çok biriktirmişti annesizliğini, yapamadıklarını… Meğer içinde bastırılan bu yas, kadının mezarı için kürek kürek kazılan topraklar gibi ardında yığılmış, koca bir Hasan Dağı olmuştu da ona bakıyordu şu an. Keşkeleri bu dağ kadardı, pişmanlıkları, yapamadıkları. O anda içini yakan acının ateşiyle aydınlandı zihninin karanlık labirentleri. Ne kadar da gençmiş, ne kadar da erken ve zamansızmış annemin gidişi diye inledi. İçindeki yakıcı ateşin şavkında belleğin anıları göründü birer birer. Kırgınlığı, duman duman dağılıp seyreldi. “Anneciğim sana ne kadar çok kızdım, bizi bırakıp gittiğin için. Bunca yıl sana küstüm…  Daha çocuklarının büyüdüğünü göremeden.  Ne kadar da acı çekmiş olmalısın” diye inledi. Bir çığ koptu derinlerinden, büyüyerek geldi göğüs kafesine oturdu. Gittikçe etkisi şiddetlenen bir ağlamayla sarsıla sarsıla hıçkırmaya başladı Hülya. Hep içine akıttığını anladığı gözyaşları, yatağını bulan bir su gibi dışarı akıyor şimdi. Meğer hep kendine üzülmüş bunca yıl, kendi yoksunluğuna, kaybına acısına. Ya annesi oy oy oy…
***
Hava birden karardı. Alt katın mutfağında, tezgâh başında hızla çalışıyordu Nermin’in elleri, oysa bakışları dalgın ve düşünceliydi. Musluktan akan suyun şırıltısı, soğukluğu onu teskin ediyor her zamanki gibi. Yağmur yağmayacak olsa hortumu açıp şakır şukur taşlığı yıkardı üzüntüsü, endişesi de sularla akıp gitsin diye. Ne vakit darılsalar birbirlerine, haksızlığa uğradığını düşünse, gider hırsla iş yapardı Nermin, suyla kavga ede ede akıp giderdi hırsı, öfkesi suyla hemhal. Sapasağlam neşeyle uçuyorken aniden kanadı kırılıvermiş, uçmak isterken uçamayan bir kuş olmuş, düşünceleri alay eder gibi oradan buraya uçuşuyor şimdi. Bir şiir de vardı diye aklına geliyor. Her şey birdenbire oldu diye birçok olayı anlatırken aslında hiçbir şeyin birdenbire olmadığını anlatan.

“Her şey birdenbire oldu/ Birdenbire vurdu günışığı yere/gökyüzü birdenbire oldu/ Mavi birdenbire” Yok ama bu kez birden karardı ama diye kendi kendine söyleniyor.   Hayır, aslında yavaş yavaş gelişir olaylar, ancak görülme ve aydınlanma anı mıdır birdenbire olan. Şu habis tümör misal. Bir haftada mı oluştu? Günler, geceler içinde tek tek, hücre, hücre çoğaldı ablasının bedeninde. Yüzlerce yıldır da, ailesinin kadınlarının genlerinde saklanarak nesilden nesile aktarıldı. Büyükannesi misal. Yaşlıydı sol memesini aldıklarında. Sonra sol kolu şişmişti kütük gibi. Sol memesi incecik sızlayınca tutup elini bastırdı. “Soldaki memem mi daha büyüktü sağdan, saçmalıyorum, kanser olan benim memem değil, ablam. Ablam, ablacığım… “ Günlerdir Hülya’nın yanında dik durmak için tüm gücünü harcamış, enerjisini kullanıp bitirmiş olduğundan içi boşalmış, sönmüş bir balon gibi pörsümüş hissediyor kendini.  Ailenin kadınlarına sirayet eden bir lanetin içindeler büyükannesi, annesi, şimdi de ablası. Bunu tersine çevirecek bir şeyler yapmalı bugünlerde. “Kendimi toplamalı, şaman bir büyücü gibi kötü laneti kovmalıyım, mucizelere inanmalıyım” diye söyleniyor yüksek sesle. Büyükanne olsa nasıl bir totem yaparlardı?..   

Bir kez mi ölür insan,/  Ya bir anne kaç kez ölür?  

Annelerinin ölümünden sonra ablası Hülya hem annesi, hem arkadaşı oldu Nermin için. Hülya ile Adem sevdalanana dek arkadaş bile istemediler birbirlerinden başka. Küçük bir kız çocuğu olarak annesinin ölümünü engelleyemese de ikinciye bunun olmayacağına, onu bir kez daha yitirmeyeceğine dair kendi kendine söz veriyor Nermin. Önce kendini toplayacak, sıcak bir tarhana çorbası hepsine iyi gelir,  Adem’i üşütmeden içeri çağırmalı, yapılması gereken rutini yapmalı, sonra hep birlikte bir komedi filmi izlemeli. Büyükannesi olsa  “haydin uşaklar, dünya varsa çekecek dert de var, davranın da çeke çeke bitirin” derdi. Ah nasıl da arıyor onu şu anda, kemikli  bedenine sarılıp ağlamayı, kupkuru buruşuk ellerinin sıcaklığını, kınalı saçlarını koklamayı...

Gözyaşlarını sessizce silen Nermin, Adem’i düşünüyor bu kez de. Sessiz sakin bir adam olup iyice içine kapanan, bakışları boşalmış, suskun Adem’i. “Bu kadar sessizlik iyi değil, Adem’i dalgalar alıp götürmeden kıyıya çekmeli.” Gören de kanser olanın Adem olduğunu düşünür. Zavallı eniştem, sabırla Hülya’yı bekledi, yıllarca nasıl da yüz bulamadı ondan. Hülya sanki prenses soyundan ya da ne bileyim göksel bir âleme ait gibiydi onun için, herkes için. Okulda onun kardeşi diye anılırdı en fazla. Saçları, gözleri, giyim kuşamı onunla kıyaslanırdı her daim ve kazanan hep Hülya’ydı. Nasıl olduysa nihayet geçen yaz bu azimli sessiz mahalle çocuğu, Hülya’yı evliliğe ikna etmeyi başardı.” “Aferin Adem” diyor, “hiç vazgeçmedin, delikanlı eniştem benim.” Çoğu kez tamirci çırağı diye takılıyor ona. Cem Karaca şarkısındaki gibi.
***
Gök kubbe çatırdayıp ürkütücü bir gürültüyle ikiye ayrılıyor, yarıktan çıkan yıldırımın ateşten kamçısı, karşı dağın zirvesini dövüyor. Adem, toprağa gömülü tabancayı eline alınca soğuk metal kor gibi elini yakıyor. Dünyadan vazgeçmiş, bir ruh gibi yavaşça yürüyor. Artık kör ve sağır olmuş bir Adem olarak bahçeye açılan kapıyı açıyor. İri yağmur damlaları sağa sola sıçrayarak ondan kaçıyorlar sanki. Oysa yüzü nasıl da ıslak… 

Dilsiz bir Adem’dir artık gelen. Söz öncesi zamanların içinde kaybolmuş. Acı hangi kelimeyle dillenir de ötekine iletilir. Nermin mutfak tezgâhının başından sesleniyor . “Yağmur geliyor!” İçeri giren Adem’le birlikte çorbasının ve demleme çayın sıcak rayihası dışardan gelen havayla ve toprak kokusuyla harmanlanıyor. Taze toprak kokusunu içine çeken Nermin, sevdiği başka bir şairi anımsıyor umutla. Ona bu umudu hissettiren işte bu kokular. “Yeter ki kararmasın sol memenin altındaki cevahir.” Adem, bedenini bahçe toprağında yatar bırakmış bir ruh gibi üst katın merdivenlerini çıkıyor sessizce. Kısa bir an durup Nermin’e bakıyor. Belki Nermin baksa o an… Kim bilir?
Nermin şiirin devamına bir melodi uydurup mırıldanmaya devam ediyor. Şarkıcı Nermin, şair Nermin, romantik Nermin. Mutfak bezlerini çitiliyor. Uyurgezer gibi yukarı çıkan Adem’e sesleniyor aşağı kattan: “Adem enişte, ablamı da al gel, çorbayla çay yaptım, sıcak sıcak içelim!” Üst basamağa ulaşan adam bir an durup yoluna devam ediyor. 

Birdenbire/Birdenbire/Her şey birdenbire oldu/Kız birdenbire, oğlan birdenbire/Yollar, kırlar, kediler, insanlar/ Aşk birdenbire oldu/Sevinç birdenbire

Bir şimşek çakıyor, bir yıldırım daha düşüyor uzaklara. Adem, odanın kolunu yavaşça çevirdiğinde Nermin fark etmiyor odaya gireni. Biçimli sırtına dökülen upuzun siyah saçlarının bittiği yerde kalçasının yuvarlağı başlıyor. Ölümün kara lanet gölgesinin üzerine düştüğü peri kızının bu kadın olduğunu söylemeye kim cüret edebilir? Kim söyleyebilir yaşam cevherini taşıyan bu diri vücudun çürüyüp öleceğini? Ona sahip olmak mucize değil midir? Kadına yavaşça yaklaşıyor. “Sen miydin” diye soruyor Hülya başını çevirmeden. Cevap vermiyor, beyaz kuğu boynunu öpüp kokluyor kadının. İpek saçlarını avucuna alıp içiyor su gibi. Kör, sağır ve dilsiz bir hizmetkâr olmuş olan Adem, tanrıçasının ebedi uykusunda ona bir muhafız ve köle olup tümörden önce davranmaya karar veriyor. Kırmızı gelincik yaprakları gibi ezilip dağılmadan, ışıltısıyla parlarken alıp saklayacak mücevheri. Başını Hülya’ya yaslayıp sımsıkı kavrıyor belini sol eliyle. “Korkma, kapat gözlerini.” Az sonra ikisi için zaman duracak, yaşlanmadan, çirkinleşmeden, hastalık dökmeden siyah saçlarını …
***
Nermin alt kattan sesleniyor. “Çorba hazır, çayı da demledim. Yağmurda film izlemek ne güzel olur şimdi. Hadi gelin!” Her şey daha iyi olacak, hepimiz iyi olacağız diye tekrarlıyor içinden.

 “Hepsi bitecek” diyor Hülya; “iyi olacağız…” Bir yıldırım daha düşüyor. Silah patlıyor. Kurşun Adem’in beyninden geçip Hülya’da saplanıp duruyor.   

  

KADINSIZ DÜNYA - Yasemin Pforr

Mart ayı gelir gelmez aklımıza hemen “Kadınlar Günü” geliyor. Hani şu adını bir türlü öğrenemediğimiz, her sene bu aslında “Emekçi Kadınlar Günü” diye bir daha bir daha söyleyip ertesi sene gene unutup her şeye baştan başladığımız, kadınlığı zaten saygıyla karşılanan kadınların çiçeklerle kutlandığı gün. Daha da ötesi asıl kutlanması gerekenlerin yani haksızlığa uğrayan, itilip kakılan, dövülen, öldürülen kadınların her zaman ki gibi varmış gösterilip aslen yok sayıldığı gün.

Senelerdir kutlanıp kadın hakları konusunda pek de yol alamadığımız bu günün odak noktası kadınların olmadığı bir dünya hâyâl edelim istedik bu sayımızda. Madem her olumsuzluğun sebebi kadın! Bu kadar itilip kakıldığına, dövüldüğüne, öldürüldüğüne, gülmesine bile yasak konduğuna göre! Ah, şu kadınlar! Her şeyin müsebbibi… İnsan olmanın temel değerlerinden bir türlü nasibini alamayan, toplumsal kadın şablonu içine sıkıştırılan kadınlar.

Safi erkek bir dünya daha güzel ve yaşanılabilir olabilir miydi? Vır vır dır dır olmadan, kıskançlık, çekememezlik, acımasızlık olmadan yaşanan bir yer olabilir miydi? Namus kavramı bacak arasından çıkıp dürüstlük üzerine kurulur muydu? ? Şefkat, sevgi, saygı, hassasiyet, zarafet kavramları nasıl tanımlanırdı?  Güç hırsı kalmaz, savaşlar biter, dünya barış içinde bir yer olur muydu? Yoksa yoksa, kadınların hayatımıza fark ettirmeden kondurduğu ince dokunuşlar olmadan gücün ve acımasızlığın at koşturduğu daha da cehennemvari bir yere mi dönerdi dünya?

Kadınsız bir dünya hayal edelim istedik ama cevaplarını bilemediğimiz bir sürü soruyla karşılaştık. Kadınsız bir dünyayı düşleyemedik, belki de düşlemek bile istemedik. Öykülerimizin içine gene de girdi kadınlar. Öykü hayatın ta kendisi olduğuna göre kadının izinin olmadığı bir hayat dilimi bulamadık. İnsan olmanın tanımını kadının var olmadığı bir dünyada yapamadık.


Belki de çözüm kadınların olmadığı bir dünya düşlemekte değil, kadınların her ademoğlu gibi önce insan sonra kadın olduğunu hatırlamakta ve her insan gibi varlığının saygıyla karşılanmasında. Bunu fark ederek kadına hak ettiği saygıyı gösterip kadın-erkek eşitliği değil insan olmanın eşitliğine oturtabilirsek ne “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” ne gerek kalır ne de kadınsız bir dünya düşlemeye. Kadının üstünlükleriyle erkeğin üstünlükleri birleşip mis gibi kokan rengârenk çiçeklerle dolu cennet bahçesine dönebilir o zaman yeryüzü. Bugün ütopik gibi görünebilir bu düş ama her şey önce düşlemekle başlamaz mı?