GELECEK SAYI

MAYIS SAYIMIZIN TEMASI "mayıs'ta erguvandır istanbul"

12 Mart 2017 Pazar

KAYBOLAN FOTOĞRAFLAR - Öznur Babur


“Niçin kaybolmuş fotoğrafları arıyorsun?
Elinde bir makinen var. Görüyorum.
Yeni fotoğraflar çeksene. Hatta o kaybolan fotoğrafları…
- Ama onlar hayallerimdi.”                              
Ferit Edgü

Yağmur yağıyordu. Toprak çamura dönüyordu. Kestaneler dikenden yuvalarında uyuyordu. Yolun aşağısında kalan eve üç duraklı merdivenle iniliyordu. On basamak, dur; on basamak daha, soluklan; on basamak ve işte karşında: Büyük mü büyük bir bahçe. Çocuksun ya, cennet o bahçe sana. Bak, az ileride incir ağacı. Aman dikkat, incirden düşen iflah olmaz derler eskiler, ben bilmem. Hiç düşmedim. İncirden ama… Fasulyeleri gördün mü, nasıl da sırığa sarılmışlar, nasıl da güzeller. Az ileride marullar var, tazecik. Öyle lezzetli olur ki tadına doyamazsın. Bazen limon sıkardık, arada sirke dökerdik. Domatesin yağa karışan suyu olurdu, ona da banardık ekmeklerimizi. Dünyanın en güzel yemeği olurdu o.

Bir sofra başıydı fotoğraf; tüm aile aynı masada. Tabaklarda tarhana çorbaları, emaye tencerede bekleyen peynirli makarna. Sofranın ortasında da suyuna bandığımız salata… Bulmalıyım onu. Senden anlamanı beklemiyorum, sadece bulmama yardım et…

Yan yana iki bahçe… Ayıran küçük bir dere... Öyle küçük ki belki de yağmur suları doldu bir çukura ve bir daha çıkamadılar oradan. İçinde kurbağaların oynadığı, vırakladığı bir dere. Kış olup da kar yağmaya başlayınca, sesleri kesilirdi kurbağaların, dere donardı çünkü ve ben hep merak ederdim o küçük kurbağalar nereye gitti diye. Kar öyle bir yağardı ki çocuk boyumuzla gömülürdük içine. Bir yokuşumuz vardı; uzun bir yokuş. Sokağın tüm çocukları o yokuşun başından kayardık altımızda bakkal poşetleri. Dünyanın en güzel kar tatili o zamanlardı. Kahkahalarımızı kar emerdi, botlarımıza kar suyu girerdi üşürdük, ne üşümesi donardık da devam ederdik oynamaya. Yokuşun bitiminde merdivenler başlardı, işten dönen babalar hep o merdivenlerden gelirdi eve. Bir gün o yokuştan kaydım yine. Kaydım, kaydım ve babam işten erken gelmiş eve, o merdivenlerde karşılaştık onunla. Her gün gördüğüm babamı, oyun oynarken görünce çocuksu bir gurur kapladı içimi. “Babam geldi. Ben eve gidiyorum.” Babamın elleri, kardan buz kesmiş ellerimi ısıttı oracıkta. Eve gittik. Tahin helvası getirmiş babam. Israrlarıma dayanamayan annem de koca bir parça kesip verdi elime. Yedim ve doğru yokuşa yine…

Sıradan bir fotoğraf değil o. Öylesine çekilmedi. Her gün, elimizde telefonlarla kendi kendimizi çektiğimiz fotoğraflara bakıyoruz. Renkleriyle, şekilleriyle oynuyoruz. O fotoğrafların hiçbir yeriyle oynanmadı. Onlar bir kâğıt parçasında mürekkep lekesi değil; onlar tamamen gerçek.

Evin içinde yedi-sekiz basamaklık bir merdiven. Alt kat mutfak; giriş kapısından doğruca mutfağa girerdik. Merdivenler küçücük bir odaya açılırdı; orada otururduk. Odanın camlarına kapı önündeki elma ağacının dalları değerdi; tarifsiz bir duygu kaplardı içimi. Ah, yaraları çul çaputla sarılmış çocukluk! Hep sevinç yoktu ya, korku da vardı elbet. Hele ki arka oda... Büyük yatağın olduğu, buz gibi bir oda; bir de misafirleri vardı bu odanın: Fareler. Tıkırtılarını duyduğum ama hiç görmediğim fareler. O yüzden sokak kedisini sürekli eve alırdı annem. Sevimli de; ailenin bir üyesiydi handiyse.

Fotoğraflardan birinde olacak; sarman şişkocuk bir kedi. Bana yardım edersen belki daha çabuk bulabiliriz onu.

Hani zamanı durdurmak istersin ya, akmasın dursun hep o anda; işte dalları cama değen elma ağacını her izlediğimde yaşadığım. Kimseler inanmaz on yaşında bir kız çocuğunun zamanı durdurmak isteyeceğine. Ben biraz eskici ruhluyum; o yüzden geçmiş hiç geçmiyor. Şimdiyle birlikte birbirlerine paralel ilerliyorlar. Bu yüzden her ısırdığım elmada dalları cama vuran ağacımızdaki elmanın tadını arıyorum. Şimdi içtiğim her tarhana çorbasında; zemheri kış günü sobanın kıyısındaki masada içtiğim bol baharatlı tarhanayı aradığım gibi. Çocukken tabak tabak içerken şimdi bir kâseden fazlasını kaldırmıyor yüreğim. Daldığım anılar, havadan ağır geliyor da nefesimi tıkıyor. Bir kâse kâfi!

Yerlere uzanan çiçek desenli koyu renk perdeler, kutu kadar evi daha da küçültüyor. Ama camları açtığında kocaman bir bahçeye bakıyor yüzün. Açıyorum camı. Horozla birlikte kalktığın oldu mu? Onunla karşılamak ne güzeldir sabahı. Kim bilir kimin horozuydu, hiç görmedim ama sesi hâlâ kulaklarımda.

Evin bir fotoğrafı vardı, komşunun makinesiyle çekilmiş. Annem bir koluna beni bir koluna kardeşimi almış; gülümsüyor. Bitmeyecek bir gülümseme isterdim; annelerin yüzüne konsun, hiç gitmesin. Bir fotoğraflık olmasın ömrü. Bu yüzden işte, bulmalıyım o fotoğrafı, diğerlerini de.

Kelimelerin kanatları olduğunu biliyor muydun? Uçarlar ve muhâtabının kalbine konarlar. Eski fotoğraflar da kelimelere benzer. Öyle çok şey anlatırlar ki uça uça, nihayetinde muhâtabının kalbinde bir süveyda olurlar. Çözülüp de kana karışırsa o fena; melankoliden, hüzünden ve gamdan yataklara düşersin. Bir âşıklar olur böyle, bir de geçmişi sırtından hiç indirmediği çuvalında taşıyanlar. Yine de bulmalıyım onları, sen sanıyorsun ki onlar ağacın yapraklarını döktüğü gibi hayatımızdan dökülüp gittiler. Bir sonraki baharda tekrar çıkacak o yapraklar. Nerede görülmüş giden günlerin geri geldiği? O ev, o bahçe, o sayısız kere inip çıktığım merdivenler… İnsan bir taş yığınını özler mi? Deliymişim gibi bakma bana. O merdivenler, ah çocukluğum, ah bir türlü doyamadığım, ağzıma çalınmış şeker gibi tadı kalmış damağımda, nice sular içtim de almadı tadını.

Unutmam için fotoğrafların kaybolması bir işaret olabilir diyorsun. İyi yanından bakmalıyım, öyle mi? Yeni fotoğraflarla yeni dünyalar, yeni hayaller kuralım. Anlamıyorsun değil mi? Onlar benim hayallerimdi. Geçip gittiği için kıymetli olmadı o zaman. Ben içindeyken de kıymetliydi. O görüntüler, sesler ve kokular şimdi ya zamanın çöplüğünde ya kâinatın bir köşesinde. Belki de bir kara delikte tutuluyordur tüm geçmiş. Beni zerre zerre ayıracağını bilsem de girmek istiyorum o kara delikten. Ha kalbimdeki kara delik, ha kâinattaki. Ulaşamadığım ve söz geçiremediğim sürece ikisi de aynı uzaklıkta değil mi?

Haklısın. Yeni fotoğraflarda sen varsın. İleri adım at diyorsun, bakma arkana. Sen de biliyorsun arkama baktığımda hep kaybolduğumu. Yine haklısın, hep haklısın.

Çeşmeden buz gibi akardı sular. Ellerimiz kıpkırmızı olurdu, soğuk yanığı gibi. O çocuk eller buzlu sularda, bugün bu yetişkin elleri ılıtılmış sularda. Konforun içinde rahatsızlığı özlemek… Şimdi penye pijamalar giyip bir pike atıyoruz üstümüze; dışarısı dondurucu soğuk olsa da. O zamanlar buz gibi yataklara girerdik; sıcak tutsun diye önce battaniyeyi örterdik onun üstüne de ölü ağırlığında yün yorganlar. Artık kalorifer diplerine de girsem kedi gibi, mümkünü yok öyle ısınamıyorum. Hislerim, duygularım, her şey ama her şey yağ gibi eriyor o kalorifer peteğinin dibinde, toparlanamıyorum. Bir odada yanan sobanın yaydığı sıcaklığı, bin odayı ısıtan peteklerde bulamamak… Üzerinde ekmek kızartılmayan, mandalina kabukları dizilmeyen, kestane pişirilmeyen, güğüm kaynatılmayan bir ısıtıcı, söylesene neyi ısıtabilir? Ah, sadece etimi, yalnız derimi!


Hem o fotoğraflarda yaşıyordu herkes… Anla işte, ben iflah olmaz biriyim; hiç incirden düşmemiş olsam da.     

11 Mart 2017 Cumartesi

TÜNELDEKİ ÇOCUK* - Demet Öztürk



Adını bilmiyoruz, söylemiyor; ama ayakkabısız bir çift ayak,
Bir de bedbaht, bahtsız bir gülüş; böyle yazmış.
Cebinde, avucunda sımsıkı saklı, yamalı yaşamının kırpık coşkusu.
Çocuk bu hikâye edilen; 12 yaşlarında, bir varmış bir yokmuş gibi.
Derisi koyu esmer; biraz kirden biraz kendinden,
Ellerinden biri dizi üstünde, başı yaslı diğerine.
Filan Hanım çok görmüş ona karanlığı bile,
Gel gör ki ışık, çocuğun gözlerinde.
Bir yumuşak g gibi bakışları; kimsenin umursamadığı bir yerlere.
Hayretle açılmış iri parlak göz, acı kahve.
Işık, bu masum, korkak bakışa eşlik etmenin sevincinde.
İçinde neden olduğu bilinmez bir masum korkuyla,
Jöleli şekerli ürkek bakışlarla,
Karşısındaki madamla çocuğu kaçamak gözler.
Lakaydi halleriyle Filan Hanım, acı kahvedeki ışığı görmez.
Masumiyet, tepeden tırnağa gülüşünün ürkekliğinde,
Ne çabuk bir yerden diğerine geldiğine şaşkın,
O minimini gülüş, kapının ağır ağır açılışını karşılarken,
Ötede bir yerlerde güneş doğuyor sanki; ışığı Tünel’de.
Pantolonunun geniş ve yırtık paçaları sevinçli çocuk,
Raylar üzerinde kısa seyahatten sebep.
Sanki Seksen Günde Devr-i Alem!
Şu insanlara hiçbir şey çok değil.
Tünele ilk binen, sevinen çocuğu seven kalpten,
Uzak geçmişten gönderilen bir mektup bu; hikâye değil.
Üzerinde pulu yok, adres yok.
Vardığı yer,
Yine başka seven kalp.
Zaman çaresiz bu mektuplar karşısında.


(*) Sait Faik Abasıyanık’ın “Tüneldeki Çocuk” hikâyesine bir yorumdur.


ODADAKİ ADAM - Nurdan Atay



İnce parmakları kırlaşmış sakalları arasında gezinirken, benim varlığımı umursamadan odayı incelemeye devam ediyor. Daha farklı bir çalışma odası beklediğini, gördüklerinin onu tatmin etmediğini bakışlarından anlıyorum. Üzeri tepeleme sigara izmariti dolu kül tablasının, buruşturulmuş kâğıt toplarının, karalayıp durduğum öykü defterinin zar zor sığıştığı masaya ve kitapları zor taşıdığı her halinden belli hafifçe yana eğilmiş kitap dolabına-kütüphane sınıfına bile yükselmemiş- odaklanıyor. Maalesef bu işte... Bir yatak, bir masa, bir kitap dolabı, en büyük lüksüm dediğim iki eski koltuk ve ikisinin arasında henüz bitmemiş bir satranç tahtasının olduğu sehpa. Hepsi bu…

Koltuklardan birine oturup eliyle diğerini işaret ediyor. Söz dinleyen bir çocuk gibi usulca oturuyorum ben de. Düşündüğümden yaşlı görünüyor yüzü. Alnı daha kırışık, saçları daha kısa, daha koyu. Gözleri küçükmüş, oysa ben uzun kirpikli kahverengi gözler hayal etmiştim. “Üç hamle sonra mat” diyor.

Şaşkınlıkla bakıyorum ona. Satranç oynadığını bile bilmediğime hayret ediyorum. “Tabii siyahlar iyi bir savunma yapmazsa” diye ekliyor. “İstersen sana bu konuda ders verebilirim.”

Espri yeteneği ne zaman bu kadar gelişti diye geçiriyorum aklımdan. Gözlerini satranç tahtasından kaldırıp bir süre bana bakıyor.
“Ee, anlat bakalım? Ne düşünüyorsun?” sakince soruyor bunu.
“Ne için, bundan sonrası için mi?”
“Tabii ki. Bilmek benim hakkım değil mi?”

Hakkı. Tabii ki hakkı… Sonuçta onun kaderi benim ellerimde. Aslında şu anda hiç de öyle değilmiş gibi görünüyor. Karşısında kendimi aciz ve yeteneksiz hissediyorum. Hak ettiği değeri veremediğimi düşünüp sıkılıyorum. Anlıyor, her düşüncemi, aklımdan her geçeni anlıyor.

“Bilmiyorum, henüz düşünmedim sonrasını.”
Biraz küskün. Neler olacağını öğrenmek istediğini anlıyorum ama onun kalemimim ucunda kalıp kalmayacağından bile emin değilim. Bakışlarını kitaplara çevirmiş en sevdiğim kitabı işaret ediyor.

“Şunu okudun mu?”
“Birkaç kez” diyorum.
“Yazarını tanıyorum. Çok düşünceli, analizci, ince eleyip sık dokuyan biridir. Pek sana benzemiyor.”

Kızgın. Sanki intikam almak ister gibi. Ne odam, ne de ben beklediği gibi değiliz. O yazarın elinde olsaydı belki de bambaşka bir insan olacaktı ama benim elimde… 
“Başka bir yazarı tercih ederdin biliyorum ama maalesef benimlesin işte. Özür dilerim.”
Kahkaha atıyor. İlk kez kahkaha atarken görüyorum onu. Hâlbuki derin, karamsar ve mutsuz olmalıydı. Böyle gülmesine izin vermemeliyim ama gülüyor. Gülüşü bana da bulaşıyor, odanın içinde karşılıklı gözlerimizden yaşlar gelene kadar gülüyoruz. O sırada kapı çalıyor.

“Gitmeliyim artık. Sonrasını belirlediğin zaman belki ben, belki başkası…
Zilin ısrarlı çalışıyla, sözleri yarım kalıyor ardından geldiği gibi bir anda yok oluyor. Sinirle kalemi bırakıp karakterimin uçup gitmesine neden olan kapının arkasındaki kimse onunla kavgaya tutuşmaya hazır kalkıyorum. Serpil, yüzümün aldığı ifadeyi fark edince;

“Kusura bakma n’olur, yazdığını unutmuştum. N’oldu, tamamlayabildin mi öykünü? Karakter netleşti mi kafanda?” diye soruyor.
“Hayır” diyorum  “Henüz değil.”
Serpil gülerek koltuğa gömülüyor.
“Hadi hazırlan da çıkalım biraz. Beynine oksijen gitsin. Hey! Benim atımı neden oynadın ki? Hani hiç dokunmayacaktık taşlara?”


10 Mart 2017 Cuma

KANSERLİLER - Zeki Paralı


          Karanlık dar merdivenlerden çıktı. Üst katlardan birinde, merdiven sahanlığından konuşma sesleri duyuluyor ama anlaşılmıyordu. Düşündü, anahtarı hangi cebindeydi?
          Defalarca sildiği cümlelerin bu son biçimini ekrana yazdığı sırada çaldı zil.
          “Ben bakıyorum canım.”
          Canımlı cümledeki sesin sahibi Candan’dı.
          “A-a! Şinasi! Sen misin? Gel gel. Ayakkabılarını içerde çıkar. Artık o küçük kasabanın insanları değiliz. Kapıda bırakma. Lacivert trençkotun çok şık. Yok yok, çekinme kimse yok.”
          Yoktu. Torbayı sağ eline yeniden aldı. Sol cebini yoklayınca bulabildi anahtarını. Çıkardı, kapıyı açtı. Bir sonraki kata çıkan merdivenin ikici basamağına ayağını koydu. Elindeki torbayı yere bırakmadan ayakkabılarının bağcıklarını çözdü. Açık kapıdan adımını attı. Sonra döndü. Kapının dışında bıraktığı ayakkabılarını aldı. Merdiven boşluğunda, yukarıda bir yerlerden çocuğunu karşılayan bir kadın sesi duyuluyordu. Ayakkabılığa bırakmadan ayakkabılarının altına baktı. Aynadaki görüntüsüyle göz göze geldiğinde yazacağı metni kurmaya çalışıyordu kafasında. Elinde beyaz, naylon torba, başında hafif yana kaymış gri, mor çizgili bereyle tuhaftı görüntüsü. Naylon torbayı mutfaktaki sandalyenin üstüne bıraktı. Kolları, iki yeşil çizgili kahverengi kabanını çıkarırken, bir genç, hayır bir çocuk, diye geçirdi içinden. Eli başındaki beresine uzandığında, bakışları yeniden portmantonun aynasındaydı. Aynadaki bir çift göz de onun saçları dökülmüş kafasına bakıyordu. Salondaki büyük, eski koltuğa oturdu. Kendini bitkin hissediyordu. Dün, hastaneden dönünce, tüm günü uyuyarak geçmişti. Konsolun üstündeki defterini aldı. Kalemi, radyoterapi sonrası ağzının içi gibiydi. Kafası da öyle. Kurumuştu. İlk sözcüğü yazarken hep karşılaşırdı bununla. Her seferinde arkasındaki vidalı pistonu çevirir, mürekkep kâğıdın üstüne, bir iki damla akar, kalem yeniden yazmaya başlardı. Bakışları Fransız balkonlu pencereye gitti. Dışarda hava hâlâ pusluydu. Neredeyse yağacaktı. Kaleminin dans ettiği beyaz kâğıtta yavaş yavaş mavi izler belirmeye başladı:
          İzler belirmeye başlamıştı. Az önce başlayan yağmur damlaları birer birer ıslatıyordu sokak taşlarını. Akşamüstüydü. Siyah bisikletine atladı. Ancak ayaktayken yetişebiliyordu pedallara. Boyundan büyük bisiklet şehrin uzak, sakin, dış sokaklarından birindeki kahveye götürdü onu. İçeri girince, gözlüğünün buğulanan camlarını, gömleğinin eteğine sildi. Çay ocağındaki, bıyıkları, saçları, gözleri kahverengi adama,
                    “Cilet’i arıyorum” dedi.
          Çaycı, çocuğu tepeden tırnağa süzdü. Ne yapacaksın, demedi. Başının umursamaz bir hareketiyle arka masalardan birini işaret etti. Çocuk hangi masa olduğunu anlamadı, ama arkasına döndü. Emin görünmeye çalışan, ürkek adımlarla masaların arasında yürümeye başladı. Çaycı bu arada çocuğu gösteriyordu Cilet’e. Duvar kenarındaki masalardan birinde oturan adam kalktı. Çevik adımlarla çocuğun yanına geldi. Omuzundan tutup itekleyerek geri çevirdi. Kapıya çıktılar. Yağmur belli belirsiz sürüyordu. Kapıdaki bisiklete, bu kez, önce Cilet bindi. Arkasından küçük çocuk.  
          “Yağmur bugün diner mi” dedi çocuk, bisikletin tekerleği küçük su birikintilerine dalıp çıkarken.
                              “Şemsiye almadan çıkmam ben” dedi Cilet.
          Adamın yanıtı çocuk için yeterliydi. Bisiklet sakin sokaklardan birine gelince durdu. İndiler. Çocuk elini pantolonunun cebinde soktu. Bir kaç kez katlamış küçük bir kâğıt uzattı. Adam, kâğıdı bir şey söylemeden aldı. Bisikleti çocuğa verdi.
                              “Buradan dönüş yolunu bulabilir misin?”  
          Çocuk yanıt vermek yerine başını salladı. Siyah bisikletine bindi, gözden yitti.
          İki gün sonra bir gazete satıcısının önündeki iyi giyimli, kır saçlı bir adam; kahvede, duvar kenarındaki masada, çınlayan çay bardağı eşliğindeki Cilet’le aynı anda, aynı haberi okuyordu:
          Çevre araştırmalarıyla tanınmış, kısa süre önce akciğer kanserine yakalanan Sait Fehmi adlı bir gazeteciden söz ediyordu haber. Doktorların iyileşmeye başladığını söylediği Fehmi, salı günü tedavi olduğu hastanenin iki yüz dört numaralı odasında yaşamını yitirmişti. Haber, Fehmi’nin beklenmedik, erken ölümü basın camiasını kedere boğdu, diye bitiyordu.
          Sait Fehmi, bir gazetecinin olabileceği kadar, sade bir törenle gömüldü. Toprağa verildiği sırada soğuk, sert bir rüzgâr, siyah gözlüklü güzel karısının başörtüsüyle, kalabalığın arka sıralarında duran kır saçlı adamın siyah paltosunu uçuşturuyordu. Rüzgâr, mezarlığın girişinde bekleyen deri ceketli Cilet’in elindeki küçük kâğıdı kaptı. Havalandırdı, Sait Fehmi’nin karısının uzun, güzel bacakları altına sürükledi. Kadın eğildi yerdeki kâğıdı aldı, açtı. Kır saçlı sevgilisinin el yazısını tanıdı. Kâğıtta, Sait Fehmi, onkoloji hastanesi, iki yüz dört numara, notu yazıyordu.      
          Biraz sonra rüzgâr şiddetlendiğinde küçük bir çocuk, büyük siyah bisikletini eski apartmanın karanlık, dar merdivenleri önünde bıraktı. Merdivenlerden çıkarken annesi
                              “Nerde kaldın?” diye seslendi.
          Rüzgârın sesi Fransız balkon penceresinden duyuluyordu. Kalemden süzülen sözcüklerin rengi açılmaya başlamıştı. Adam mürekkebin bitmek üzere olduğunu gördü. Defterini yanındaki konsola, kalemini defterinin üstüne bıraktı. Banyoda ellerini yıkadı, mutfağa döndü. Az önce sandalyenin üstüne bıraktığı beyaz naylon torbayı açtı. İçinden dikdörtgen prizma biçimli bir şişe çıkardı. Ukrayna’dan getirtmişti bunu.    
          “Ne işin vardı ayol Ukrayna’da” diyen Candan’ın çınlayan cümlesini duydu kocası çalışma odasından. Ukrayna, dedi kendi kendine. İyi fikir. Ukrayna’dan getirmişti bunu, yazdı son cümle olarak. Bilgisayarın kapatma düğmesine bastı. Parmaklarını her zaman yaptığı gibi saçlarının arasına daldırmak için uzattı. Elleri boşlukla karşılaştı. Saçı yoktu. Yüzünden bir gölge geçti. Sandalyeden kalktı. Odasından çıktı. Konuğumuz gelmiş demek, diye mırıldandı, portmantodaki lacivert trençkotu görünce.
          “Canıım” dedi Candan onu eşikte görünce, şarkı söylüyor gibiydi sesi, “kim geldi bak! Ta nerelerden, Şinasi seni görmeye gelmiş.” Elinde prizmatik bir şişe tutuyordu. “Kansere iyi geliyormuş” dedi. Adam şaşkın, mutlu bir an bakakaldı Şinasi’ye.
          “Biz ona okulda Cilet diyorduk” dedi, “Titiz çocuk, jilet gibi giyinirdi.”
          Kollarını açtı. Ona doğru güçlükle birkaç adım attı.

26 Aralık 2016-İstanbul

HAYDARNAME - Ali Tahir Atakan



Herkes gibi ölümü kuşanıp doğduğumdan ebemkuşağını çekip kundağıma saran ninem olmuş. Ve elini kalbime koymuş, demiş: Seni nasıl ünlerlerse ünlesinler, hayatının adını sen koy gök gözlüm.

Hoca, Haydar diye fısıldamış adımı kulağıma. Üç kardeşim de ölmüş ben daha doğmadan. Beni doğururken de anam. Büyüdüğüm eve bir daha uğramadı ölüm. Babam da. Anamın olmadığı bir eve girmeyeceğini söylemiş, alıp başını gitmiş. Onca yıl ne bir ses, ne bir haber.

Ebemkuşağının efsunundan mı ne, bir huy peydahtır bende: Konuşur dururum ağaçlarla rüzgârın dilinde; toprağın dilinde börtü böcekle. Çok çamur yemişim herkesten gizli gizli; belki de ondan gölgelerin izini sürmem ve havanın kıpırtısından kendime günün kaderini çizmem; leylek kanadı bulutlardan tarlaların nasıl bereketleneceğini bilmem. Kötüyü ve iyiyi görmem, kötüden iyi, iyiden kötü nasıl çıkar iyice bir sezmem.

Kundağımdaki ebemkuşağını kendimden bile sakınmayı öğrendim şu geçen otuz nisan yağmurlarından sonra. Cemreleri tuttum havaya, suya ve toprağa düşen. Ve dahi kanlara bulanıp köy meydanına sürüklenen hayalcilerin son nabızlarını da. Davarı, koyunu boldu toprağımızın; merhameti ve vahşeti de.

Beni benden alan afyon tohumlarına meftun oldum; kat kat urbalar altına saklanan kızların pembe sinelerine de. Gönül denilen yok ülkenin yıldızlar gibi yanıp sönen sınırsızlığına dalmayı da. Belime, dilime söz geçirmeyi vakitlice öğrendim. Kalbini kırdığım hatun kişilerin ilencini bir cevşene sarıp taşıdığım çok görülmüştür. Ama ben evlerin dört duvar odalarına sığmayanlardandım. Sığdırmak isteyenlere ters gözlerle bakandım.

Üstüme yeşil gölgesini düşüren yollardan geçtim. Yeri geldi, şefkatle karıştırılmış çorbalara kaşık salladım. Yabancılara havlayan köpeklerin sahiplendiği tozlu sokaklara girdim. Geçtiğim yola hayrat bağışlamışların ruhlarını anarak seyrelttim bacaklarımın yorgunluğunu. Uykuları silah sesleriyle bölünen köylerde beşik sallayan ninelerin ninnilerinde tazeledim umudumu. Âşıkların sıla türküleriyle sızlayan burnumun direğini toprak kokusuyla avuttum köy meydanlarında. Ağaçların yorgun gölgesini biçip geçen uzaklar vardı âşıkların sazında – sözünde. 


Dün sizin de obanıza geldim, atlas yorganınızı üstüme çektim, yıldızlı göğünüz altında kendimi şefkatli bir uykunun kalbine bırakmak istedim. Öyle kıymetli ki, kolumu başıma yastık yapıp ıtırlı havanızı içime doldurmam. Bir kere gelip gittiğimiz bu hayatta tenimi toprağınızın rengiyle boyamam. Eğer varsa bir bellek ve onu taşıyan zaman, benden de bir salyangoz simi bırakan bir iz olsun kapınızda bu name ya da hayatınızı yazdığınız günlerin sayfalarında. 

HAVUZLAR - Yasemin Pforr


Canım sıkılıyor. Güneş, gardiyan gibi tepemize dikilmiş, sivri ışıklarını gönderiyor yeryüzüneYaprağın bile kımıldamaya cesaret edemediği bu yaz sıcağında her şey hareketsiz. Taş duvarlara sinmiş gece serinliği de gitti. Terden yapış yapış olmuş elimden fırça kayıyor. Yapmakta olduğum tablo da istediğim gibi gitmiyor. Olmayan bir şey var. Renkler mi yanlış? En iyisi ara vermeli. Havuza girip serinlesem. İstanbul aklımda. Ne kadar oldu gitmeyeli? En son üvey babamın cenazesine gitmiştim. Ne zamandı o? Geçen sene de, hangi aydı? Sıcakça bir gündü. Mayıs, Haziran? Annemin hatırı olmasa gitmezdim ya, anneme laf gelmesin diye işte. Neyse ayın ne önemi var? Bir seneyi geçmiş İstanbul’a gitmeyeli. Gitsem. Değişiklik olur mu? Kendimi kapadığım dingin, yeknesak hayata bir ara nefes olur mu? Yok, yok otur oturduğun yerde. Ne var ki İstanbul’da? Fazla huzur bozdu seni. Biraz da yalnızlık. Atla havuza geçer sıkıntın. Sonra da al bir kitap eline, hamakta oku biraz. Oh, mis!

Su iyi geldi. Havuz küçük ama olsun. Sadece bir dalıp çıkmak bile ferahlatıyor insanı. Kurulanmayayım. Bu havada kurur hemencecik. Annem olsa söylenmişti şimdi. Nur içinde yatsın. Ceviz ağacının yere kadar uzanan dalları ne güzel de gölge yapıyor. Keselim biraz demişti Ahmet Efendi geçen gün. Yok kesmem, korunaklı bir yuva gibi. Altındaki hamakta hafif hafif sallanarak uyumak en büyük keyfim. A tesadüfe bak! Kitabı öylesine açtığımda karşıma çıkan John Cheever’in Yüzücü öyküsü. Tanrının ne tuhaf halleri var!

Öykünün kahramanı Neddy Merrill bir eli suda, diğer elinde cin bardağı bir havuz kenarında oturuyor. Bu saatte de cin içilmez ki, çarpar adamı. Ben bol buzlu, limonlu bir kola alayım bari kendime. Neddy Bey’le yüzelim bakalım öyküde beraber. Ned ani bir kararla, aralıklı ama yan yana dizilmiş komşu evlerinin havuzlarından yüze yüze eve varmaya karar veriyor öykünün başında. İlginç! Hem de bu kararı verdiğinde kendini bir hacı, bir kâşif, kaderine yolculuk yapan bir adam gibi hissediyor. Komik! Hepi topu üç beş havuz yüzeceksin. Ben de kendi bahçemin kâşifiyim o zaman. Hahaha! Hacı, kaderine yolculuk yapan bir kadın? Kafamda bu kelimeleri yüzdürdükçe o kadar komik gelmemeye başlıyor. İki sene evvel İstanbul’un bütün nimetlerini bırakıp bu küçücük kasabaya elimde bir bavulla gelmedim mi? Hacı gibi Tanrıya yaklaşma hedefim yoktu tabii ama sanırım Ned’in de öyle bir hedefi yok. Sadece son müşterimin “benim her dediğimi yaptıktan sonra seni niye tutayım? Beni yönlendireceğin fikirlerin yoksa ne biçim bir iç mimarsın sen? “ deyip kapı önüne koymasından duyduğum utançtan kaçmak, arkamdan yapılacak dedikodulara kulak tıkamak için gelmiştim hiç kimseyi tanımadığım bu kasabaya. Salak kadın! Fikirlerimi söylesem dinlemiyorsunuz ki! İlle de benim dediğim olacak ısrarı. Ben de bırakmıştım, ne isterlerse yapıyordum. Yoksa nasıl para kazanacaktım ki? Çok oturdu içime kadının söyledikleri. Bir daha iç mimarlık yapar mıyım, yapabilir miyim bilmiyorum. Buraya geldiğimden beri “ gel, iş var “ diyen de olmadı. Boşuna mıydı o kıç yalama çabaları? Neyse neyse ilerleyelim öyküde. Buralar tehlikeli alan.

Ned havuzdan havuza yüze yüze havuzbaşı partisi veren Bunker’lara ulaşıyor. Karşısında aniden Ned’i gören evin sahibesi Enid Bunker’ın söylediği “ Lucinda gelmeyeceğini söyleyince öleceğimi sandım” cümlesinde öleceğimi kelimesinin italik yazılması ne kadar doğru bir vurgu! İstanbul’dayken katılmazsam öleceğimi sandığım benzer havuzbaşı partilerinde, yürümeyi beceremediğim yüksek topuklu ayakkabılarımla, sabah sulanmış çimlerde bir kuğu (!) gibi süzülerek işime yarayacak, dişime uygun birilerinin yanına az mı yanaştım. Her parti bol havadan sudan konuşma ama belki de yağlı bir müşteri demekti. Zevksiz müşterilerimin taleplerine ses çıkarmadığım için rağbet gören bir iç mimardım. İyi de para kazandım, yalan yok.

Mayom kurudu, buzlu kolam bitti. Hamağa ilk uzandığımda hissettiğim huzur duygusu beni terk etmek üzere. Ned’le birlikte daldığım havuzların derinliklerinde gözüm açık yüzüyorum. Su bulanık, dipte gördüğüm şeyler şekilsiz ve sevimsiz. Çıkmak istiyorum sudan ama bir şey beni suyun içinde tutuyor. Biraz daha çıkamazsam nefessiz kalacağım. Çevir sayfayı Filiz! Çevir, çevir. Boğulmak üzeresin.

Bilmem, insanlar okurken, benim gibi, satırdaki bir kelimenin kıvrımlı yollarında gezinmeyi veya O harfinin içinde yuvarlanmayı ya da gitti, yitti gibi kelimelerde kuyruklu harflerin kuyruğunda sallanmayı severler mi? Bazen üst satırdaki bir kelimenin veya harfin içinde yuvarlanırken alt satırdaki soru işaretinin bombesinden kayma ya da insanı alıp götüren afili bir kelimenin dönme dolap gondoluna binme isteğiyle alt satıra atlarlar mı?  Bazen de, hatta sıklıkla, bu atlayış esnasında satır arasının dipsiz bucaksız denizine düşüp kâh o denizin dingin sularında yüzüp kâh fırtınada kabarmış dalgalarında savrulup bilmedikleri bir kıyıya çıkarlar mı?

Ned Bunkerlardan ayrılıp Levylere geçiyor öyküde. Bunkerlardayken gürleyen gökgürültüsünün ardından yağmurlu bir fırtına başlıyor. Hava soğuyor. Aniden terk edilmiş gibi duran bu evin havuzunda da yüzen Ned yolun yarısına geldiği için kendinden memnun. Ben niye kendimden memnun değilim? Ned havuzdan çıkıp ortada bırakılmış içkilerden içmesine rağmen ben sanki hâlâ havuzdan çıkamamış, suyun derinliklerinde kalmışım gibi. Öyküdeki Levylerin bahçesindeki dağınıklık, toplanmamış bardaklar, yarım kalmış içkiler nedense daha geçmişe, lise sondayken annemin aniden ölümüyle darmadağın olan hayatımın örümcek ağlarıyla kaplı dehlizlerine sokuyor beni.

Çocukluğumdan beri renklerin sihirli dünyasında gezinir, bulduğum her boşluğa ( özellikle duvarlara) resim yapardım. Annem, babam öldükten birkaç sene sonra evlendiği, titiz ikinci kocasının söylenmesini engellemek, varlığımı daha fazla onun gözüne batırmamak için – bunu sonraları kendim anlayacaktım – odamda bir duvarı bembeyaz boyayıp başka hiçbir duvarı ellememem kaydıyla o duvara istediğim gibi resim yapabileceğimi söylemişti. Duvar dolunca, resmini çeker, yeniden boyar ve benim kullanımıma sunardı. Üvey babam cenazeden birkaç hafta sonra, ben okuldayken, henüz tam dolmamış duvarı boyatıvermişti. Bir daha o duvarı kullanmama izin vermedi. Güzel Sanatlar Akademisi’ne de gitmeme izin vermedi. “ Ömür boyu bakamam ben sana, ya zengin bir koca bul ya da para getirecek bir meslek seç” demişti üniversite tercihlerimi yaparken. Ne isyan ne de itiraz etmiştim. Buz gibi bir havuzun suyunda donup kalmıştım sanki.

Ned fırtına geçip yağmur durduktan sonra yoluna devam ediyor. Gittikçe yorulan Ned gibi benim de ruhum yoruluyor okudukça. Öykü ilerledikçe Ned’de baş gösteren kafa bulanıklığının aksine benim zihnim berrak. Geride bırakmak istediğim anılar birer birer üşüşüyorlar beynime. Okumayı bırakmalıyım. Yaptığım tabloya devam etsem, iyi gelir. Dinlendirir beni ama Ned nereye varacak acaba sonunda? Merak ediyorum. Ben nereye varacağım?

İç dünyamın seslerine fazla kulak vermeden Ned’le birlikte susuz havuzlardan, otobandan, ev sahiplerinin çırılçıplak oturduğu bahçelerden geçiyorum. Ned’in dünyasında hava iyice kararmaya ve soğumaya başlarken benim dünyamda öğle sıcağı biraz azalıyor ama hâlâ sıcak. Sıcak insanın enerjisini emiyor, mahmurlaştırıyor. Ned kadar yorgun hissediyorum aslında ama o nasıl devam ediyorsa ben de devam edeceğim. Eski metresinin evine yaklaştığında onun kollarında yorgunluğunu atacağını umuyor Ned. Eski sevgililer öyle hemen kucak açıyorlar mı?

Eski metres değil kollarına almak evde yeni sevgili olduğu için içki bile vermediği gibi “ sen hiç büyüyecek misin? “ diyerek geri çeviriyor Ned’i. Ne bekliyordun ki Ned? Suat da “ büyü artık” diyerek kapıyı çarpıp çıkmamış mıydı evden ayrılmak istediğimi söylediğimde? Neden ayrıldım ki ondan? Adam sadece ne kadar iyi bir ressam olduğumu söylüyordu. Yaptığım işi küçümsemeseydi… Ne yapıyor acaba şimdi? Yeni sevgilisi var mıdır? İstanbul’a biraz da onun yüzünden gitmek istemiyorum. Karşılaşırım bir yerlerde falan. Aman! Onu yanında başkasıyla görmeye dayanamam. Salak mısın Filiz? Ne bu gözyaşları şimdi? Sen bıraktın adamı. Seni bekleyecek değil ya! Bulacak tabii başkasını. Son pişmanlık fayda etmiyor kızım! Atla bir sonraki havuza. Bak bakalım Ned nasıl başa çıkıyor hâyâl kırıklığıyla?
Bir sonra havuz yok. Öykünün sonuna gelmişim. Ned pencereden evinin içine bakarken bitiyor öykü. Beklenmedik bir son. İç burkucu. Ne geldi acaba Ned’in ailesinin başına? Bilmemizi isteseydi Cheever yazardı onu da. Herkes kendine göre bir son yazabilir bu öyküye. Herkes kendi öyküsünü yazmıyor mu zaten? Ned’in öyküsü bitmiş olabilir ama benim ki daha bitmedi. Bir havuza gireyim ben.



DARAĞACI - Meltem Uzunkaya


Gün doğarken uçak havaalanına inmiş, telefonuma gelen mesajıyla işe uğramadan direkt arkadaşımın evine gitmiştim. Darmadağınık bir yüzle kapıyı açıp gece boyu uyumadığını söyleyerek son zamanlarda sürekli gördüğü o rüyayı anlatmaya başladı. 
“Önce seslerle başlıyor. Tak, tak, tak… Bazen bomboş bir meydanda, bazen ıssız sokaklarda, bazen bir tepeden uykudaki İstanbul’a bakarken… Tak, tak, tak… Bu sesleri duymamla hah diyorum, yine başladı. O sırada neyin başladığına ait bir fikrim yok… Ama tak taklar sanki bir felaketin habercisi gibi. Neredeyse sürekli olarak bu sesleri duyacağımdan korkuyorum. İlk tak’ la birlikte nefesim daralıp kalbim çarpmaya başlıyor.
Sonra bu sesleri aramaya başlıyorum deli gibi. Koşuyor, yalpalıyor, yürüyorum… Bir sokağa giriyorum. Boş, burası değil. Sonra bir başkası. Yaklaşmış olduğumu sandığım anda sesler uzaklaşıyor. Şüpheye bile düştüğüm oluyor. Hayır, bugüne kadar bulamadığıma göre gerçek olamazlar, belki de hepsi benim imgelemim bir ürünüdür. Böyle düşünüp rüyada kendimi rahatlatmaya çalışırken o kadar gerçek ve korkutucu bir sesle dibimde bitiyor ki, tekrar başlıyor arama çılgınlığım.
Sonra boş sokakları bitirip kentin biraz dışına çıkıyorum. Yolun sonunda devasa bir demir kapı beliriyor, daha önce nasıl olup da görmediğime şaşırarak içeri geçiyorum. Kapının gerisinde görünen taş duvarlar ve üstündeki dikenli teller bir toplama kampını andırıyor. Avluya girdiğim anda o sinir bozucu ses artık sona eriyor, ama nedense rahatlayamıyorum. Yine bir şey görünmüyor. Neredeyse o sessizlikte yeniden o tak tak seslerini duyacağım. Biliyorum, artık ses bu beton avludan geliyor ama neden, neden onu göremiyorum. Sesin peşine düşmek ve sesi aramak? Ses nasıl görünür ki?
Bazen kocaman bir konser salonunda oluyorum, tabii benden başka kimse yok ve ses başlıyor. Bazen yağmurla ıslanmış boş sokaklarda yürüyor oluyorum, sadece yağmurun sesi ve o ses. Sonra sıkıntıyla uyanıyorum. Bir yandan uyandığım için rahatlamış, bir yandan da sonunu göremediğim, sesin kaynağına varamadığım için huzursuz olarak…
Biliyorum, artık ben bitimsiz bir rüyaya mahkûm edildim. Sonunu hiçbir zaman görmüyorum, ama rüyanın bana neyi işaret ettiğini biliyorum. Çünkü ben bir katilim!”
Yüzüme dikkatle bakıyordu, anlattıklarından etkilenmiştim, hemen kendimi toparlayıp saçmalama, sen ömründe böcek bile ezmedin, diye çıkıştım. 
Evet ama kurgularımla, yazdıklarımla kurgusal bir katil olmayı becerdim, inanamıyorum buna, diye odanın ortasında bir ileri bir geri gezinmeye başladı. Bak dedim, istersen yardım filan alalım, ben senin yanındayım, ne gerekirse.
Beni dinlemiyordu, kendi kendine konuşur gibi devam etti. Yüreğim daralıyor, ben bilseydim, yani edebiyatın böyle… Hiç bulaşmazdım. Bunları söyledikten sonra şimdi de ellerini başının arasına aldı, sarsılarak ağlamaya başladı. Ben hâlâ ne olup bittiğini tam olarak anlayamıyordum. Üniversiteden beri en yakın dostumdu, son günlerde kendini yazmaya çok kaptırmış, kimseyle görüşmez olmuştu. Odası yerlerde sayfalar dolusu el yazılarıyla darmadağınıktı. Tutulmuş notlar, karmaşa içinde sağa sola atılmış, son çıkan cinayet kitabı da sehpanın üstünde oldukça yıpranmış ve yırtılmış olarak duruyordu. Duvardaki mantar panoda asılı gazete kupürlerinde, aynı günde, üç farklı şehirde intihar eden üç genç kızın haberi çıkmıştı. Sayfalarını karıştırınca ayraçlar koyduğunu, belli satırları didik didik çizmiş, yanına notlar almış olduğunu, adeta kitapla cenk ettiğini hayretle görerek, seninki yazar sendromu diye uydurdum. Bir iki sene kadar psikoloji okuyup ayrılmıştım. Büyük bir ciddiyetle devam ettim. Kitabını yeni tamamladın, karakterinle aylardır o kadar birlikteydin ki, Murat’la yani, kendini ana karakterin Murat sanıyorsun. Murat psikopat bir katildi öyle değil mi?
Nereye varmaya çalışıyorsun diye sordu. Murat’la kurduğun özdeşleşme seni bir katil gibi suçlu hissettiriyor olmalı diye tekrarladım. Doğrusu en samimi arkadaşımın kitabını henüz okumadığımdan ana karakter Murat’ın nemenem bir psikopat olduğunu bile bilmiyordum. Şirketin yurt dışındaki bir toplantısından yeni dönmüş ve onun acil çağrısıyla da yanına gelmiştim. Aslında onu bir süredir nasıl ihmal ettiğimi anlıyordum.
Hayretle bana bakarken öldüren Murat değil ki, Necla diye çıkıştı. Hay Allah şimdi de Necla’yla özdeşleştiğini söyleyemezdim ya!
Affedersin dedim, her şeyi baştan alalım, bir süredir burada olmadığımı biliyorsun.  
Al dedi, işaretli yerinden ayırdığı kitabını sinirli bir hareketle burnuma doğru uzattı.
Çizili satırları okudum, ama bende oluşturduğu etki sarsıcı olmaktan uzaktı. Sanırım kendi satırları olduğundan ona farklı bir anlam ifade ediyordu. Ee diye yüzüme bakınca, ee dedim ben de. Fark etmedin mi diye sordu. Baksana, satırların arasına saklanmış, ben yazarken böyle değildi. Şiir olsa akrostiş diyeceğim. Ama bunun nasıl olduğunu anlamadım.
Uzattığı satırları bir kez daha okusam da yine benim için fazla bir şey ifade edemedi. Normal, sıradan şeyler işte. Yazdıklarına tanrısal, uhrevi bir şey gibi bakıyordu. Sanki kutsal kitaplarda ayet arıyorduk. Bu kez de bak burası diye gösterdi. 12. sayfa. On iki, aralık ayıdır, on ikinci satıra odaklan, yani aralık ayının on ikisi. Anladın mı, intihar eden kızların ölüm tarihi?
Gözlerime inanamadım, kitabın sayfalarında deli gibi çalışmış, rengârenk fosforlu kalemle satırları sağdan sola yukarıdan aşağıya çizmiş, yanlarına notlar almış, grafikler, oklar, istatistik analizleri, varsayımlarla kitabı geometri defterine döndürmüştü. Bütün bunlar normal değildi. Son bir gayretle bazı rastlantılar olamaz mı diye sordum. Hayır, hepsinin bir araya gelişinin bir anlamı varmış!
Arkadaşımın düşüncelerinin saplantılı bir hal aldığını anlamıştım. Ona karşı yaptığım her itiraz inançlarına daha da sıkı sarılmasına yol açıyordu. Zavallıcık… Evdeki düzene, içki şişelerine bakılırsa son günlerde kötü günler geçiriyor olmalıydı.   
En son ne zaman doğru dürüst yemek yedin diye sorunca, konuyu değiştirme diye uyardı. Bilmiyor muydum? Bir maceraya, (böyle tanımlamıştı yazdığı romanını) başladığında o kurgudaki dünyanın dışına çıkıp gerçek dünyayla yeniden bağ kurmak kolay olmuyordu. Uykusuz, gece- gündüz, yemeden içmeden belli bir noktaya gelmesi gerekiyormuş. Onu önce bir lokantaya götürüp sonra da evine bir temizlikçi göndermeliyim diye düşündüm.
Bana öyle delirmişim gibi bakma, neler olduğunu bile bilmiyorsun, tek bildiğin para kazanmak diye söylendi. Tamam, dedim sakin bir sesle, her şeyi halledeceğiz, yalnız baştan alalım her şeyi. Yanıma oturdu, anlatmaya başladı:
Tam olarak on iki aralıkta, aynı şehirde, üç gencecik kız intihar ettiler. Kitabımın dağıtımından bir ay sonra. Birinin evinden kitabımın orta sayfasına koyduğu intihar mektubu çıktı. Diğeri 66. sayfanın kenarına kurşunkalemle not düşmüştü. Üçüncü olan da kitabın son sayfasına yazdığı notla veda etmişti.    
Üçü de kendilerini astılar. Düşünebiliyor musun? Üçü de intiharlarına giden yolda en son kitabımla görüldüler. Manyakça bir düşünce olduğunu düşünebilirsin ama inan kitabı bitirmişler miydi diye düşünmeden edemedim! Ben taammüden adam öldürmekten yargılanması gereken bir katilim, şimdi anlıyor musun?
Dehşet içinde onu dinliyordum. Son günlerde çektiği acıdan ne kadar bitkin düşmüş olduğunu fark ettim. Eşinin ölümünden sonra kullandığı ilaçları tekrar almaya başlamıştı. Uyku ilacını verip onu yatırdıktan sonra yarın sabah erkenden onu alıp hastaneye götürmek üzere geleceğime söz verdim. Aslında sabaha kadar yanında kalmam lazımdı, ama yolculuk sonrası evimde bir duş alıp rahatlamak istemiştim. Hem geceyi uyuyarak geçirecekti nasıl olsa.
Evime gidip duş aldıktan sonra erkenden uyudum. Neden bilmiyorum, gördüğüm rüyanın etkisiyle tan vaktinin alaca karanlığında uyanmışım. Çok korkmuştum. Tıpkı arkadaşımın anlattığı gibiydi. Rüyamda sisler içindeki bir gecenin son saatlerinde bulunuyordum. Korkarak yürüyordum, tek başımaydım, uzaktan tak tak tak diye sesler geliyordu. Aman tanrım ne olduğunu biliyordum, ama bir türlü sesi çıkaramıyordum. Sokakta ilerledikçe sesler arttı, bir dönemecin başına geldim, iyice yakınlaşmıştım. Oradan döndüğümde ne olduğunu artık görebilecektim. Tam köşeyi döner dönmez bu kez de dümdüz bir bozkır çıktı karşıma. Bozkırın tam ortasında gördüğüm manzaradan dolayı dehşetle bağırmaya başladım. Fakat sesim çıkmıyordu. Bozkırın ortasına kocaman bir darağacı çatılıyordu! Tak tak tak. Duyduğum, duyduğu sesler buydu. Ağzımı çaresizce açıp kaparken kan ter içinde uyanmışım. Nefesimi kontrol etmeye çalışırken, ışığı yakıp telefona baktım. Sabahın altısını gösteriyordu. Kulağımda hâlâ darağacının korkunç çatılma sesi taklıyordu. Kalkıp mutfağa su içmeye gittim. İçimde patlayacak gibi bir sıkıntı vardı. Ne oluyor derken bardak elimden gürültüyle yere düştü. Anlamıştım. O andan sonra deli gibi koştuğumu hatırlıyorum. Onun evine doğru çılgın, ama nafile bir koşu tutturmuştum. Eve vardığımda her şey için çok geçti…



14 ŞUBAT DÜNYA ÖYKÜ GÜNÜ'NE SELAM - Ömür İklim Demir


Jean-Paul Sartre, “Bir insan her zaman bir hikâye anlatıcısıdır; kendi hikâyeleriyle ve başkalarının hikâyeleriyle çevrili yaşar; başına gelen her şeyi onlar aracılığıyla görür ve hayatını anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır” der. Gerçekten de hepimiz -hayvanlar, bitkiler, ölüler, diriler, tozlu mobilyalar ve taş parçaları da dahil- ete kemiğe bürünmüş hikâyelerden ibaretiz. Hepimiz, isteyerek ya da istemeyerek, tek satır dahi olsa mutlaka bir başkasının hikâyesinde yer alıyoruz. Ve bu hikâyelere dahil olmak için, illa ki altı çizilecek cümleler sarfetmemize ya da kimsenin göze alamayacağı büyük fedakarlıklarda bulunmamıza gerek yok. Akşam vakti çakmak isteriz birinden, sonrasında sarı bir dolmuşun arka koltuğunda kısa bir cümlenin hamuruna karışıveririz. "Of..." der adamın teki, "Tam seni arayacaktım ki, biri benden ateş istedi." Çatıya düşmüş yağmur damlası gibi akar geçeriz hikâyesinin içinden, haberimiz bile olmaz. Velhasıl ne hayatı hikâyeden ayırabiliriz, ne de hikâyeyi hayattan...
            İşte böyle aklı başında şeyler yazmıştım dünya öykü günüyle ilgili. İş görüyordu yani, doğru laflardı. Hani derler ya: Akarı kokarı yoktu. Ama ne bileyim... Sevemedim açıkçası bu ilk yazdıklarımı. Çünkü bana göre öykü, bu ilk paragrafta yazdığım kitabî dünyayı başka başka dillerle yıkmaktan ibarettir. "Lan!" demektir saçmasapan bir yerde, daha doğal ve daha gerçek olmaktır. Kitabî olan her şeyin çatırdadığı bir yerdir. Geri dönüp de düzeltmediğim, birlikte akıp gittiğim, üstü başı yırtık cümlelerdir. Bu cümleleri tek tek yakalamaya çalışmadan, bütününe bir anlam yüklemeden, sadece ve sadece kelimeleri bir araya getirmektir. Hoplamaktır, zıplamaktır, parantezler açmaktır. İçiçe açılmış parantezleri ve birbirinin üstüne yığılmış bütün o cümleleri, iyi kötü sıralamaya çalışmaktır. Ya da öyle bir şey...
            Öyle bir şeydir öykü, öyledir, birdir, şeydir, hepsi birdendir ve de aynı zamanda hiçbiridir. Çok özel bir anlamı yoktur, basittir, bazen de anlamlıdır. O bazendir öykü, o bazenin içindeki kırık dökük günlerdir, o günlerden aklımda kalanlardır, virgüllerdir, noktalardır, üç noktalarla anlatılmaya çalışılan ünlemlerdir, metafor zehirlenmesidir, kusmaktır, saçmalamaktır... Sağda solda ahkam kesmektir, ahkam kestiğinden utanmaktır, utandığından dolayı kendini insan gibi hissetmektir, anlamaktır, anladığın için gizliden gizliye böbürlenmektir, kısacası insan olmak ve hayata temas etmektir.
            Bir başka paragrafa geçmektir, iki paragrafın arasındaki ince boşluğa dalıp gitmek, oradan aşağı düşüp kaybolmak ve kayboldukça bir başkası olarak varolmaktır. Ya da sadece, şairler kadar olmasa da, kafası karışık olmaktır. Bilemiyorum. Bilememektir öykü. Her şeyden birazdır. Az kuru, az pilav, az mercimek çorbasıdır. Bu cümlenin içine saklanmış menü, bu menünün içine saklanmış öğrenci evi ve esnaf lokantasıdır. Bir akşam vakti elektrik sobasının karşısına tüneyip de nasıl olacak yahu bu öykünün günü, nesini kutlayacağız biz şimdi bunun demektir. Hem... hem... hem... nasıl kutlanır ki böyle bir gün diye yazıp durmaktır. O hem'i üç kere kullanmaktır. Bunu neden yaptığı hakkında hiçbir fikri olmamaktır. Bayırdan aşağı dört nala koşan vahşi atlar deyip susmaktır. Kısacası, şu hayattan ötesi değildir öykü. Herneyse...
            Belki de sadece kafası karışık bir adamın sözleridir bunlar. Olduğu kadarıyla artık.

            Bütün iflah olmaz hayalperestlerin, dünya öykü günü kutlu olsun.